CHP’siz barış olur mu? CHP’siz çözüm olur mu? Çok net bir cevap vermek gerekirse eğer, evet olur.
CHP’nin yokluğu 01 Ekim 2024 tarihinde kamuoyuna yansıyan yeni barış sürecinin planlanan noktaya varmasını engellemez, bununla birlikte sürecin ve sonuçlarının niteliğini değiştirir.
Yukarıdaki sorulara doğru bir cevap verebilmenin olmazsa olmazı söz konusu sürecin amaç ve hedeflerini taraflar açısından tanımlamak ve bunlar arasındaki ortaklıkları ve farklılıkları/çatışmaları belirlemek.
Farklılaşan/çatışan çerçeveler
Sürece dair farklılaşan/çatışan amaç ve hedefleri herhalde en iyi sembolize eden sürece dair tercih edilen adlandırmalar ve kullanılan kavramlar. Sürecin liderliğini devlet adına üstlenen Devlet Bahçeli ve desteklediği AK Parti hükümeti “terörsüz Türkiye” kavramını tercih ediyor. Bugüne kadarki söylemlere bakılırsa Cumhur İttifakı süreci hassasiyetle terörün sona ermesi etrafında çerçeveliyor; PKK’nin silah bırakması ve kendisini fesih etmesini ise temel amaçlar olarak kamuoyuna sunuyor.
Buna karşın, Öcalan ve PKK süreci “barış ve demokratik toplum” ifadesi etrafında ele alıyor, somut hedefler olarak silahsızlanma ve fesih ile birlikte “entegrasyon yasaları” ile “özgürlük yasalarının” çıkmasına işaret ediyorlar. Entegrasyon yasaları son meclis komisyonu tartışmalarında daha da somutlaştığı üzere esas olarak bir “eve dönüş” düzenlemesine işaret ediyor. Bu kapsamda, dağdan, cezaevlerinden ve sürgünden insanların eve dönüşünü mümkün kılacak bir yasal düzenlemenin yapılması bekleniyor.
Öte yandan “özgürlük yasaları” ile neyin kast edildiği şimdiye kadar açık bir çerçevede ortaya konulmuş değil. Bunlara ilişkin hükümetin nasıl bir cevap vereceği de şimdilik belirsiz. Cumhur İttifakı aktörlerinin şimdiye kadarki açıklamalarına bakılırsa silah meselesinden öteye Kürt meselesi konusundaki reformlar vatandaşlık tanımının yeniden düzenlenmesini, Kürtçenin alanının genişletilmesini ve kayyumlarla ilgili düzenlemeleri içerebilir.
Bahçeli’nin Türkgün gazetesinde yazdığı yazılara bakılırsa söz konusu düzenlemeler Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin revizyonunu; bu kapsamda hukuka dönüşü, meclisin güçlendirilmesnii, yargı bağımsızlığının sağlanmasını ve Türklüğün Kürtçeyi içerecek şekilde esnetilmesini kapsıyor. Öcalan’ın 27 Şubat 2025 çağrısında yer alan “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır” iddiasına gönderme yapan Bahçeli, devletin “etnik değil insani düzlemde ve herkese göre” adımlar atması gerektiğini belirtiyor.
DEM Partili yetkililer ise vatandaşlık tanımı, Kürtçe ve kayyumların yanı sıra düşünce ve ifade özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğüne dair yasalara da işaret ediyor. Terörle mücadeleye ilişkin yasalar bu alanda en fazla refere edilen konular.
Sürecin dayandığı iki uzlaşı
Kendi adıma, ilgili aktörlerin sürece dair farklılaşan/çatışan yaklaşımlarına karşı, sürecin somut düzlemde iki uzlaşı üzerine inşa edildiğini düşünüyorum: Bunun ilki, Kuzey ve Doğu Suriye Bölgesi’nin (Rojava) güvenliği, ikincisi ise Kürt meselesinin çözümü değil, ama sorunun doğrudan/fiziki şiddetten arındırılarak siyaset ve hukuk zeminine taşınması. Her iki konuda da genel prensiplerde/perspektifte bir uzlaşının sağlandığı, bununla birlikte somut yol haritasının sürece bırakıldığı görülüyor.
MİT Başkanı İbrahim Kalın’a atıfla yapılan haberlere göre Türkiye, Suriye’de “güçlendirilmiş yerel yönetim modelini” savunuyor. Suriye Kürtleri öte yandan farklı siyasi yapılarıyla federal bir Suriye talep ediyor. Federalizmi dışlamayan ademi merkeziyetçi bir çözüm ise SDG içerisinde öne çıkan hâkim söylem.
Suriye’de diyalog süreçlerinin ilerlemesi durumunda büyük bir ihtimalle bu iki model arasında bir noktada uzlaşı sağlanacak. Bu noktada mevcut 14 vilayete ya da yeniden yapılandırılmış bir vilayet sistemine dayalı ademi merkeziyetçi bir model uzlaşı noktası olarak ön plana çıkabilir. Kimlik temelli olmayan bir vilayet sistemine dayalı bir idari-siyasi yapılanma bir yandan ulusal birlik ve bütünlük ihtiyacını çoğulcu bir çerçevede karşılayıp öte yandan etnik/ulusal ve dini/mezhepsel azınlık gruplarının varlıklarını koruma ve yönetime katılma ihtiyacına cevap verebilir.
Kritik mesele şu: Kürt meselesini ortaya çıkaran politik baskı ve ekonomik sömürünün toplamı olarak “yapısal şiddet” ile yapısal ve doğrudan şiddeti meşrulaştıran her türlü duygu, düşünce ve norm üretimi ve bunların yaygınlaştırılması/toplumsallaştırılması anlamında “sembolik şiddet” süreç kapsamında sona ermeyecek. Kürt meselesini kapsamlı bir plan dahilinde çözecek, bu kapsamda yapısal ve sembolik barışı içerecek geniş bir demokratikleşme perspektifi ne hükümet tarafından ne de Öcalan, PKK ve DEM Parti tarafından dile getiriliyor. Bu çerçevede bir uzlaşının sağlanamayacağı kabul edilmiş gibi görünüyor. Öcalan daha 2011 yılında yazdığı savunmalarında Kürtlerin yerel demokrasilerini inşa etmeleri için genişlemiş bir siyaset ve hukuk zemininin kendileri açısından yeterli olacağını belirtiyor. Bu süreçte kamuoyuna yansıyan konuşmaları ve metinlerinde benzer bir minimalist yaklaşımı koruduğunu gösteriyor.
Tüm bu tabloya baktığımızda bugüne kadar sürecin dış politika, güvenlik ve jeopolitik kapsamında ele alınması, “terör” söylemi etrafında çerçevelendirilmesi, Kürt meselesinin çözüm çerçevesinin dışarıda tutulması, elitler arası bir diyalog ve müzakere süreci olarak yönetilip vatandaşların, siyasi ve sivil aktörlerin büyük oradan dışarıda bırakılması, toplumsal rıza üretmekten ziyade itirazları engellemeye odaklanması toplamda bir tutarlılık oluşturuyor. Özetle, bu yaklaşım siyaset ve hukuk alanda sınırlı bir düzenlemenin yapılmasını, bununla birlikte PKK’nin feshini içeriyor. PKK’yi bu çerçeveye ikna eden iki ana mesele ise bir yandan şiddet meselesinde “onurlu bir çıkış bulma”, yeni sivil ve siyasi formlarla varlığını sürdürme, öte yandan Rojava’nın güvenliğini sağlama.
CHP ne yapacak?
Bu çerçeve dikkate alındığında CHP üzerindeki baskıların sürmesi bir tutarsızlığa değil, tutarlılığa işaret ediyor. Bu anlamda, süreç CHP’siz de ilerler. Zaten bugüne kadar CHP’siz ilerledi. Cumhur İttifakı’nın bugüne kadar yaptığı tercihlere bakılırsa bu çerçeveyi yeğlediği bile söylenebilir. Bu konuda sorumluluk daha çok AK Parti’ye yüklense de MHP’nin de CHP’ye dönük baskılara dair büyük bir itirazı yok. MHP hukuksal sürece dair itirazlarını dönem dönem belirtse de çoğu zaman açık desteğini yüksek perdeden dile getiriyor.
Öte yandan Öcalan ve DEM Parti CHP’yi sürece dahil etme konusunda ısrar ediyor. DEM Parti 2015 sonrasında CHP merkezli muhalefet ile kurduğu bağı korumaya, süreci daha kapsayıcı bir noktaya taşımaya, barış süreci ile demokratikleşme süreci arasında bağ kurmaya çalışıyor.
Soru şu; CHP’nin dahil olmaması durumunda Öcalan, PKK ve DEM Parti masadan kalkar mı, kalkabilir mi? Öcalan’ın süreci çerçevelerken yaptığı bağlam analizi, bu kapsamda analizin kapsadığı zaman, mekân/coğrafya, aktörler ve sorun alanları dikkate alındığında, meseleyi Türkiye’nin iç siyasetine, önümüzdeki seçimlere indirgemediği görülüyor. Hatta iç siyasi mücadelelerin ve seçimlerin tali meseleler olarak konumlandırıldığı görülüyor.
Burada temel mesele CHP’nin neyi tercih edeceği. CHP ya tüm eksiklerine rağmen süreci siyaset zeminini genişletmek, barış sürecini demokratikleşme sürecine evriltmek için bir fırsat olarak görecek ve buna yatırım yapacak ya da masaya oturmayı reddedecek.
CHP’nin olmadığı bir masada barış sürecinin bir demokratik dönüşüm sürecine dönüşme potansiyeli zayıflar. Zira, Cumhur İttifakı’nın sürece dair sunduğu çerçeve yukarıda özetlediğim üzere oldukça dar. Yalnızlaşan DEM Parti’nin Cumhur İttifakı karşısında demokratikleşmeye dönük yapabilecekleri sınırlı. Bu senaryoda barış sürecinin daha kapalı ve dışlayıcı bir mimari yapıyla sürme ihtimali artacaktır.
CHP öte yandan süreci bir fırsata çevirebilir. CHP’nin pasif destekten öteye geçip hak, hukuk ve adalet bağlamında sürecin liderliğini aktif olarak üstlenmesi durumunda, barış sürecinin sunduğu siyaset alanı genişleyebilir. Muhalefetin sunacağı yeni bir siyasi ufuk, barış sürecini, Türkiye’nin son on yıldaki otokrasiye doğru gidişatını durdurup yeniden demokrasiye yönelmesinin fırsatına çevirebilir.
Örneğin meclis komisyonu çalışmalarını barış ve demokratikleşme arasında bağ kurma ve bu konuda geniş bir toplumsal rıza üretmenin aracı haline getirebilir. Daha açık bir ifadeyle meclis komisyonu Cumhur İttifakı’nın sınırlayıcı yaklaşımlarına rağmen barış ve demokratikleşme konusunda hem toplumsal uzlaşıyı hem de siyasi uzlaşıyı genişletebilir. Burada mesele CHP’nin ne yapacağı, neyi tercih edeceği.
CHP şimdiye kadar -en azından merkezi düzeyde- “terörsüz ve demokratik Türkiye” önermesiyle Cumhur İttifakı ile DEM Parti arasında bir yerde konumlandı. Bir yandan Cumhur İttifakının çizdiği “terörsüz Türkiye” söylemini sahiplenirken, öte yandan bunu “demokratikleşme” ile genişletmeye çalıştı. Bu söylemsel çerçeve pasif desteğe işaret ediyor. CHP bu pasif desteği sürdürebilir.
Bununla birlikte, hem CHP’yi karşı karşıya kaldığı baskılardan kurtaracak, iktidar yolunu genişletecek hem de siyasetten öteye tüm Türkiye’ye nefes aldıracak tutum pasif destekten öteye geçmeyi, sürecin siyasi liderliğini üstlenmeyi gerektiriyor. Zira, sürecin doğrudan/fiziki şiddet meselesinden öteye hak, hukuk, adalet ve hürriyet bağlamındaki boyutu hala belirsiz. Ne Cumhur İttifakı ne de DEM Parti bu konuda şimdiye kadar topluma bir ufuk, siyasi bir program sunabilmiş değil.
Diyarbakır sokaklarında bile geçen on aya rağmen sürece dair umut ve beklentinin çok sınırlı düzeyde olması, heyecanın neredeyse hiç olmaması bu boşluktan kaynaklanıyor.
Türkiye’nin nereye doğru yol alacağı bu boşluğun ne düzeyde, nasıl ve kim tarafından doldurulacağına bağlı.
Cuma Çiçek’in bu yazısı Birikim Haftalık dergisinde yayımlanmıştır.