1. Haberler
  2. Politika
  3. Nefes alamıyorum* « İlke TV

Nefes alamıyorum* « İlke TV

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bu yazı Şair ve Yazar Müslüm Yücel’in Sırrı Süreyya Önder’in anısına düzenlenen Aydınlar ve Sanatçılar Barışı Konuşuyor buluşmasındaki konuşmasından alınmıştır*


Sırrı abinin ölümünden sonra, onun adıyla yürüyen ve “Veda sözü Karl Marx’tan gelsin” diyen ODTÜ’lü öğrencilerini; “Bizim cesaretimizin zekâtı hepinizi cesur yapar” diyen İktisadi ve İlimler Akademisi öğrencilerini, “bu yük sensiz çekilmiyor” diyen geri dönüşüm işçilerini sevgiyle selamlıyorum… Sırrı abinin adıyla açılmış, bundan böyle onun adıyla anılacak park, bahçe ve cadde isimleri hepimizi mutlu etmiştir. Hakkâri ve Arguvan’a Sırrı Süreyya ismi yakışmıştır… Kamyonun arkasına Sırrı abinin bir fotoğrafını asan ve onun sevdiği türküleri söyleyen kamyon şoförlerine de bin selam…

Kendi adıma daha anıların kapağını açacak halde değilim. Sırrı abinin telefonu hala kayıtlıdır bende… Hala gecenin bir vakti beni arayacağını düşünüyorum…

Sırrı abiyle ilk çözüm sürecinden bu yana sürekli çalıştık. Süreçlerin bir kültür tarihi vardır ve ben de bu tarihin tutanakçısı oldum. Süleymaniye’de o yoktu ama emeği vardı ve ben de bu emeğin tanığı oldum.

İsrail/Filistin çatışmasından başlayarak Kürt meselesinin nasıl gündeme geleceğini takip ettik ve ilk iş olarak da tecridi kırmak istedik. Ne kadar başarılı olduğumuzu tarih ve zaman bilir. Bana kalırsa tecrit hala kırılmış değildir: Örneğin Öcalan yeğenlerinin çocuklarıyla ilk kez görüşüyor. Süre uzayınca müdür uyarıyor. Öcalan biraz daha zaman istiyor. En son müdür “görüşme bitti” diyor.

Öcalan çocukları çok seviyor, bu hapislik hayatında yazdığı birkaç şiirden biri çocuklarla ilgilidir.  Ziyaretçileri torunu gibidir, saçlarını okşuyor, onlara kimi nasihatler ediyor. Çocuğa dokunmak yaşama dokunmaktır. Öcalan ve çokça da doksan kuşağının çocukları olmamıştır. Çocuk sevgisi bambaşka bir duygudur. Çocuk, dünyayla karşılaşmaktır. Öcalan yıllar sonra dünyayla karşılaşmıştır. Anladığım kadarıyla merakı daha bir canlanmıştır, heyecanı daha bir artmıştır… Çocukla diyalog, müthiş bir felsefedir… Öcalan ve çocukları buluşturmak gerek.

Şimdi bir sürecin içindeyiz. Ben edebiyatçıyım, dünyayı dilden kavrarım, bahsettiğim dil bir ulusun dili değildir. Örneğin şu söylem kırıcıdır: Terörsüz Türkiye…

Ziya Paşa, ilk kez, “gördüm” redifli şiirinde hükümete salhane/ kesim evi- mezbaha der: Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm…

Bu şiirde dünya insanların topluca öldürüldüğü bir yer, hükümet ise hayvanların kesildiği bir mezbahaya benzetilmiştir…

Ziya Paşa, bir devrin teröristlerindendi.

Hükümetler farklı zaman dilimlerinde kendilerine uymayanları terörist ilan edebilirler.

Terörist, ilk Fransız İhtilal’lıyla ortaya çıktı ama genç jakobenler, bu adla anılmaktan çok mutluydular.

Osmanlı’da terörün karşılığı komitacılıktı: Bulgar Komitacılar, Balkanlardaki İhtilalcılar. Osmanlı’nın son demlerinde vatan ve hürriyet kelimelerini telaffuz eden kimseler gözaltına alınıyordu. Bunlardan biri Mustafa Kemal’di. Harp Akademisi öğrencileri geceleri toplanır, Namık Kemal’in şiirlerini okurlardı. İşte bu etkinliklerin birinde Mustafa Kemal gözaltına alınır. Tarihçilerin anlatımıyla, soğuk hücresinde volta atardı; suç hanesi kabarıktı, “Vatan” adlı örgüte üyeydi, Abdülhamit’e bomba atmak gibi suçları vardı. Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir Paşa tarafından gözaltına alınmışlığı da vardı. Araya zaman girdi, Mustafa Kemal, kendisine suikasttan Kazım Karabekir’i tutuklattı. Zamanın başbakanı İsmet İnönü araya girdi, Karabekir, bırakıldı. Ama bununla kalmadı. İstiklal Mahkemesi, başbakanın yargı üzerindeki etkisinden rahatsız oldu, bu sefer, İnönü hakkında tutuklama kararı çıktı.

Suikasttan dolayı idam edilen Cavit Bey ve Ziya Hurşit, 40’lı yıllara kadar teröristtiler ama 40’tan sonra bu iki isim halkın umudu, haksızlığın sembolü oldular. Bu yılların iki kahramanı oldu: Celal Bayar ve Adnan Menderes… Çok geçmeden ikisi de terörist ilan edildi; Menderes asıldı. Menderes’in adı bile yasaklandı, hatta menderes yerine “kıvrım” denilmesi tartışıldı. Menderes ismi, argo kabul edildi.

Menderes ve arkadaşlarını idam eden Alpaslan Türkeş ve Cemal Madanoğlu darbeden sonra kahraman gibi karşılandılar; 27 Mayıs, bayram ilan edildi, özel gümüş paralar, pullar basıldı. Madanoğlu’nu Kürtler iyi tanıyordu; 1933’te Cizre’de köylüleri kar üstünde yatıran adamdı, bunun ödülünü de Urfa Mülhaklığıyla aldı, sonra Siirt’te gitti, Sason’u bombaladı; Kürtler ağladı, zamanın iktidarı ona, Sason Kartalı dedi. 12 Mart’ta, Madanoğlu, tutuklandı, teröristti.

Şimdi Menderes adına bir hava limanı var, Bayar adına üniversiteler var.

Hükümetlere mi kulak vereceğiz, dönemsel, gündelik mitoslarla ayakta duran tarihe mi?

Tarih, iktidarı vaaz eder, egemenin hakikatidir, ezilen yoktur. Burada vicdan yani edebiyat devreye girer. Mutsuzların bilincine edebiyat desem yeridir…

19’uncu yüzyıl Balzac’tır, Dostoyevski’dir…

Balzac’ın köy konulu romanlarından iki önemli tez üretildi. Marx, “Toprağı olanın kavgası vardır” üzerinde durdu; Proudhon, “Mülkiyet hırsızlıktır” üzerinde durdu. Kent sahnelerinde ise tefeciler ve meyhaneler vardı. Benim öğrendiğim şey, meyhanelerin halkın parlamentoları olduğuydu…

20’inci yüzyıl, Kafka ve Virgina Woolf ve Faulkner’di.

Beni ve benimle aynı yaşta olan arkadaşlarımı etkileyen iki yazar vardır: Romanda James Joyce ve Marcel Proust; şiirde Rilke ve Eliot… Ve elbette, bunları anlamak için de Walter Benjamin…

James Joyce’un bütün yapıtlarında İrlanda Ulusal Kurtuluş Hareketi vardır. Kendisi de az da olsa bu hareketin içinde yer almıştır. Joyce’un anlatısında ulusal kurtuluşçuların liderleri Charles Stewart Parnel sıkça yer alır. Parnel, bağımsızlık taleplerini “kilisenin” dışında ifade etmeye başlayınca makas atar. Kilise Parnel’i gözden düşürür. Parnel kahrından ölür.  Joyce, Sanatçının Genç Bir Adam Olarak Portresi’nde Parnel’i Mesih düzeyine çıkartır, şunu söyler: “Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserinde ise- her ne kadar Hannah Arendt, eleştirse de Dreyfus Olayı gözden kaçmaz… Arendt, Zola’dan yanadır… Zola, iyi bir gazetecidir ama edebi metinleri edebiyat çevrelerinde pek karşılık bulmaz. Olayı siyasal olarak üstelenen ise Jean Jaures’tir. Dreyfus’un yanında yer aldı. Dreyfus’un yanında yer almak, Jaures’e göre milliyetçiliğe karşı durmaktır. Yok, eğer sosyalistler, azınlığın yanında durmuyorlarsa, onlar da milliyetçidir.

Proust burada devreye girer.  Zola gibi atak değildir, çekingendir; Dreyfus için imza verir ama etkinliklere katılmaz, anlatısında ise devasa bir Dreyfus hayaleti vardır. Pek çok karakter Dreyfus yanlısıdır. Guarmantes Prensesi gibi. Roman boyunca Dreyfus yanlısı kalan tek kişi Charles Swann’dır, bu adam Mahpus’ta ölür (1898), Dreyfus’un özgürlüğünü göremez, onun için görkemli bir cenaze töreni yapılır. Tören oldukça hüzünlüdür. Hüznü veren ölüm değil, Dreyfus’un esaretidir.

Proust, zamanın hatırasıyla eserini oluşturuyor ve kimi eleştirmenlere göre de bu hatırlama, “kendi yaşamı için bir savunma” idi. Romanın her paragrafında bir “arayış” metaforu dikkat çeker ve bu tek kelimeyle bir hakikat arayışıdır; bu hakikati aramak, yorumlamak ve deşifre etmektir amacı.

Edebiyat, başka bir dilde karşılık bulmaktır…

90’lı yıllarda okuduğumuz başka bir yazardan söz etmem gerek: James Baldwin…

Baldwin’in Cumhuriyet gazetesi muhabiri Yılmaz Çetiner’e şunu söylüyor: “Amerika yalnızca beyazların değildir…”

Bu beni etkileyen bir sözdür. Çünkü Türkiye’nin amiral gemisi olan bir gazete hala şu sözle çıkar: Türkiye, Türklerindir.

Türkiye, yalnızca Türklerin değildir; Ermenilerin, Yahudilerin, Süryanilerin, Türklerin, Kürtlerin, Çerkeslerin, Romanlarındır…  Özetle bu dünya ve bu ülke, bütün insanlığındır.

Bir halk diğer bir halkın haklarına sahip çıktığı zaman halktır.

İki örnek vermek istiyorum. İlki şu: 1914’te İstanbul’da Ermeniler idam ediliyor… Halide Edip ve Gomidas, Halide Edip’in Kumkapı’daki evinde sıkça buluşuyorlar, Elazığ Türküleri çalıp söylüyorlar. Gomidas, sürgün ediliyor. Halide sessiz kalıyor. Yazar olarak çok sevdiğim Halide Edip’in bu tavrı bana hala acı veriyor.

İkinci örnek şu: Türkiye’de İsrail malları protesto ediliyor. Bu arada Azra Kohen ve Mario Levi’nin kitapları da bundan nasibini aldı. Yazarların fikirlerini, hatta kendilerini sevmek gibi bir derdimiz yoktur ama kitaplarına yapılan haksızlığa tahammül edemeyiz. En büyük acı da kimse buna pek itiraz etmedi…

Başka bir şey de söylüyor Baldwin, “bu zulümden yalnız siyahîler zarar görmüyorlar, beyazlar da zarar görüyor…”

Neden mi?

Göz yumuyorlar ve iç dünyaları diye bir şey kalmıyor…

Bir başkası için ölüme gidebilir insan ama bir başkasının ölümünü çalma hakkına kimse sahip değildir. Benim benliğim ölümümle ortaya çıkar…

Baldwin, Amerika’dan nefret ediyordu. Daha çocuk yaştayken Amerikalıların kendisine şunu söylediklerini aktarıyor: Diyorlar ki sizi bir medenileştirdik, sizin bir tarihiniz, sizin bir kültürünüz yoktur, size bir dil verdik, size bir tarih verdik, sizi adam yerine koyduk…

Üstelik bu sözler köleliğin kalkmasından yüzyıl sonra söyleniyor.

Üstelik ben de bu sözleri Baldwin okumadan önce duydum. Bu sözleri ilkokuldan itibaren hocalarım bana söyledi…

Baldwin, geçtiğimiz senelerde yine akla geldi. Amerikalı bir polis, George Floyd’un üstüne çökmüştü ve Floyd bağırıyordu: Nefes alamıyorum…

Baldwin’in üç yakın arkadaşı öldürülmüştü. Siyahîlere işkence yapılıyordu. Bağırıyordu. Nefes alamıyorum…

Bunu bir sözle taçlandırıyordu: Ben senin zenginliğin değilim…

Bugün değil, 56 yıldır ben de bu sözü tekrarlıyorum: Nefes alamıyorum…

Çünkü seçimler her yaklaştığında bana seçmen gözüyle bakılmıyor. Bana şu söyleniyor: Kürt oyları…

Sonra biri beni tanıştırırken şunu söylüyor: Kürt arkadaşım…

Sonra akrabalarım var; Suriye’de yaşıyor, orada DAİŞ, insanlığın gözleri önünde köle pazarları kurdu, insanları pazarladı… Bütün bunlar Müslümanlık adına yapıldı.

Benim annem 95 yaşındadır ve 80 yıldır namaz kılar. Bu cinayetlerin, bu pazarların din adına kurulması acıdır ama en büyük acı Müslümanların buna yeterince itiraz etmemesidir. İtiraz etmesi gerekli mi? Evet, bu topraklarda Yunus Emre yaşamışsa, evet itiraz etmeli; çünkü Yunus şunu söylüyor: ”72 Millete aynı gözle bakmayan, halka müderris olsa, Hakka asidir.”

Şimdi, bütün bunlara Öcalan, dur dedi, Yunus Emre’yi yükledi omuzlarına, devasa bir çağrı yaptı. Öcalan, bu topraklar da duman sütunları ve yerde kalmış insan cesetleri istemiyor…

Benim çocukluğum Urfa’da geçti. Burada kan davaları vardı. Bir tanesinde taraflar barış için bir araya gelirler. Sofra kurulmadan acı kahve ikram ediliyor. Tam bu sırada reislerden biri, ilk yudumda bayılıyor. Karşı tarafta oturan bakıyor ki fincanın dibinde daha kahve var, alıp içiyor… Anlaşılıyor ki bu ölüm, kalp krizidir…

Öcalan, hiçbir şey istemediğini söylüyor, büyük bir cesaret örneği sergiliyor ve artık karşı tarafında somut adımlar atması gerekiyor…

Kürtçeyle ilgili yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Bir dil, politik malzeme değildir. Kardeşlik birbirinin dilini bilmektir. Bir dil diğerini besler; edebiyatta, ekonomide, siyasette önünü açar. Üstelik Kürtçe salt edebiyat dili değildir. Kürtçe fen bilimleri alanında gelişmelidir. Devlette bu konuda seferber olmalıdır. Bugün, en çok duyduğumuz şey çürümedir; çürümenin nedeni evrensel olandan gerçeğin gizlenmesidir, çürümeyi meydana getiren, insan değildir; çürümeyi mümkün kılan alanın böyle tertiplenmesidir. Bu tertip, bölücüdür, yıkıcıdır.

Cezaevlerinde siyasi tutuklular için genel af çıkartılmalıdır, hasta tutukluların tedavisi sağlanmalıdır. Buna bir kompleks değil, bir insan hakkı gözüyle bakılmalıdır. Bilinmelidir, bu toprağın insanları Yedi Askı şairlerinden en çok Antere’i severler, nedeni şu iki mısradır: “Açıktan belime yapışsa karnım/El açmam aç yatar aç kalkarım.”

Seçimle iş başına gelenler, seçimle gitmelidir. İktidar, kayyum atama hakkını kendinde bulmamalıdır.

Güçlü ve kabul edilir bir müzakere dönemi başlamalıdır. Anneleri bir araya gelmelidir. Bir ülkenin yasa koyucuları kadınlarıdır; kadınlar, bir ülkenin farklı yerlerinde bir araya gelip ağlıyorlarsa, burada akıl yoktur, sadece devlet vardır ve bu devlet, erildir; sadece hükmeder. Kant’ın, “Ebedi Barış”ın bir yerinde söylediği gibi, kararlı bir barışın şartı, “içinde gizlenmiş yeni bir savaş vesilesi bulunan hiçbir anlaşma geçerli” olmamalıdır.

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
Nefes alamıyorum* « İlke TV
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Dersim Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin