Geçtiğimiz yüzyıl boyunca ve bu yüzyılın ilk çeyreğinde ne sıkıntılar yaşandıysa, hepsi 1. Dünya Savaşı sonrası statükosunun hayatın realitesine uymamasından kaynaklıydı.
Çok etnisiteli, çok dinli, çok mezhepli bir imparatorluk olarak Savaş’a giren Osmanlı, öncelikle Rum, Ermeni, Süryani ve Yahudi gibi gayrı Müslim unsurları kamusal ve biyolojik hayatın dışına, arta kalanları da mümkün olduğunca coğrafyanın dışına çıkardı. Buna ilaveten, çoktan gözden çıkardığı Araplarla, savaş sonrası dünyasında yolları ayırmayı kafasına koymuştu.
1913’te Balkanlar’dan kopan gayrı Müslim nüfusun genel nüfusa oranının düşmesi, İttihad Terakki iktidarının Araplar üzerinde Türkçü politikalar gütmesini daha iştiyaklı hale getirdi. Anlaşılıyor ki, bundan sonra yola, Anadolu’nun yerli halkı olan Türkler, Kafkas/Balkan muhaciri olarak gelip Türklüğe gönüllü asimile olmuş Müslümanlar ve Anadolu/Mezepotamya’nın Müslüman halkı olan Kürtlerle devam edeceklerdi.
Ekim 1918’de Savaş’ı bitiren Mondoros Ateşkes Anlaşması sonrası mağlup imparatorluğun paşaları, kader birlikteliği yapma konusunda karar verdikleri kesimlerle büyük ölçüde mutabık kalarak milli mücadeleyi örgütlemeye başladılar. Mondoros, galip devletlere, 1915’e kadar Ermenilerin de yaşadığı ama savaş sonrası tamamen Kürtlere kalan Vilayet-i Sitte’ye, (Erzurum, Van, Ma’muret el Aziz, Diyarbekir, Bitlis ve Sivas) istedikleri zaman müdahale hakkı veriyordu. Bu hak, Kürtler’de, galip devletlerin Ermenistan kuracakları korkusunu uyandırdığı için Milli Mücadele’ye koşulsuz desteklerini sundular. Ayrıca 1915 Ermeni katliamında yer alanların kovuşturulacağına dair Mondoros kararı da, katliama karışmış bazı Kürt ağalarının aşiretleriyle beraber Milli Mücadele’ye tam desteklerini sağlıyordu. Ulusal talepleri öne koyan 1914 Bitlis ve Barzan ayaklanmaları nedeniyle Mele Selim ve Abdusselam Barzani’nin idamları bile Kürtlerin Milli Mücadele’ye mesafe koymalarına sebep olmadı.
İttihad Terakki’nin Türkçü kadroları, Araplarla kıyaslandığında Kürtlere karşı idam ve baskı politikalarında daha yumuşaklardı ve daha çok yok sayma ve asimile etmeye odaklanıyorlardı. Kürtler’in Ermeni kırımı ve Rus işgali nedeniyle yaşadıkları bölgelerden iç Anadolu’ya göçertilmelerini kendi bölgelerinden seyreltilip Türklerin arasında asimile olmalarını sağlayacak bir imkan olarak görüyorlardı. Bu süreçte payitahtta örgütlenen Kürt eliti, milli haklarını talep ediyorlardı ama bu talepleri ayrılıkçı olmaktan çok kültürel haklarının korunmasına dönüktü.
Ocak 1919, Paris Konferansı ile Anadolu’dan sökülen Ermeniler’e ve Rumlar’a toprak verilmesi kararı, Kürtleri Milli Mücadele’ye bağlıyan bir başka güçlü sebepti. Her ne kadar daha sonra, Ağustos 1920, Sevr Anlaşması ile Şerif Paşa ve beraberindeki Boğos Nubar Paşa Kürtler ve Ermeniler için toprak talep ettilerse de, Batılı devletlerin Kürtlere karşı Ermenileri destekleyecekleri inancı, o anlaşmayı Kürtler nazarında çok da dikkate alınır kılmıyordu.
Mustafa Kemal’in Mayıs 1919 Samsun harekatı, Paris Konferansı sürecine tekabül eder ve amaç o kararları uygulatmamaktır. Temmuz 1919 Erzurum ve Eylül 1919 Sivas Kongreleri, ağırlıklı olarak Kürt aşiretlerin katkısını sağlamak için düzenlenir. 22 Ekim 1919, İstanbul hükumeti ile Amasya’da vatanın tanımı üzerine mutabakata varır Mustafa Kemal: vatan, Kürtlerle Türklerin beraber yaşadıkları yerlerdir ve Kürtler’in ırki(etnik) ve toplumsal özellikleri garanti edilecektir.
Büyük ölçüde Arap’ı olmayan, Rum’u ve Ermeni’si ise sürülerek gayrı Müslimsizleştirilen toprak parçasının adıdır vatan. Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920, İstanbul’da, Misak-ı Milli’yi Amasya Protokolleri’ne uygun olarak ilan eder. İstanbul 16 Mart 1920’de işgal edilince Meclis-i Mebusan 18 Mart’ta kapatılır ve kaçabilen vekiller ile Anadolu-Rumeli Müdafayı Hukuk cemiyetlerinin temsilcileri 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi(BMM)ni açarlar. Amaç, Misak-ı Milli olarak tanımlanan o vatanın kurulmasıdır. Milli mücadele bu hedefle yapılır. 3 Aralık 1920’de BMM ile Ermenistan sınır anlaşması imzalanınca Kürtler, artık kendi topraklarının Ermenistan olmayacağına ikna olmuşlardır.
BMM, yerel özerklikleri ve etnik talepleri karşılayacak olan Ocak 1921 anayasasını hazırlarken, Ekim 1920’de benzer taleplerle Koçgiri’de isyan çıkar. Yeni anayasanın ruhuna uygun olmasına rağmen Mart 1921’de isyan kanlı bastırılır. Bu, Kürtler’in yeni hükumete duyduğu güvensizliğin temelini oluşturur.
13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması ile Gürcistan sınırı çizilirken, Misak’a göre vatanın parçası kabul edilen Batum dışarda tutulur.
BMM, 20 Ekim 1921 Fransızlarla Suriye sınırını belirler. Bu, Misak-ı Milli’den ilk sapmadır, zira Kürt nüfus barındıran Kuzey Suriye (Rojava) vatanın parçası sayılması gerekirken vatanın dışında tutulmuştur. Bunun üzerine bugünkü Kuzey Suriye’de bulunan Kürtdağ’lı Okçu İzzedinlu Aşireti reisi Hannan ağa, Mart 1922’de Ankara’ya gelerek, Türkiye’ye bağlanma talebini bildiren bir broşür bastırarak vekillere dağıtır ama talebi karşılık bulmaz.
Ayrıca Hatay da, Misak’a göre vatanın parçası kabul edilmişken sınırların dışında telakki edilmiş ama 1939’da halkoylaması ile vatanın parçası haline getirilmişti. Rojava’yı alamayan Türkiye Hatay’ı alabilmişti.
13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması ile Gürcistan sınırı çizilir. Bu sefer de vatanın parçası olan Batum dışarda kalır.
11 Kasım 1922’de BMM heyeti, Misak-ı Milli hedefiyle Lozan görüşmelerine oturur. Görüşmeler Musul vilayeti, (Kerkük dahil bugünkü Irak Kürdistanı) ve Kürtler konusunda tıkanır. İngilizler Musul’u Türkiye’ye vermek istemezler. Hem Türk hem İngiliz heyetlerinin verilerine göre Musul vilayetinde Türk-Kürt nüfusu Araplardan çoktur. Türk tarafı Lozan’a Kürtleri de temsil ettiği iddiasıyla gelmiştir. Kürtlerin kaderlerini Türklerle bir gördüğünü söyler ve Kürtlerin etnik haklarına saygı taahhüdünde bulunur. İngilizler Musul’u vermek bir tarafa Kürtler için Türkiye’nin azınlık hakları vermesini isterler. O günlerde Meclis’te bulunan Kürt vekiller Lozan’a telgraflar çekip azınlık hakları istemediklerini, kendilerini Türkiyenin kurucu unsuru gördüklerini, kaderlerini Türklerle bir gördüklerini belirtirler. Meclis’te bu meyanda en ateşli konuşmalardan birini, daha sonra Şeyh Said isyanında bölücülük suçlamasıyla idam edilen Bitlis vekili Yusuf Ziya bey yapar.
Anlaşılan zengin petrol yatakları bulunan Musul’u İngiltere vermek istemiyordu. 3 Şubat 1923’te Türkiye tarafının masadan kalkmasıyla görüşmeler tıkanır. Meclis’in müzakere heyetine verdiği yetki, muhataplarına Misak’ı kabul ettirmekti ve yapamamışlardı. Lozan görüşmelerinin kesildiği dönemde Şeyh Mahmud Berzenci özerk bir statüde Ankara’ya bağlanmak ister ama talebi reddedilir.
Heyet Türkiye’ye gelince iki önemli olay yaşanır. Birincisi, Mustafa Kemal’in erken seçim kararı aldırarak Meclis’i feshetmesidir. Belli ki, yeniden görüşmelerin başlaması halinde, Musul’u alamayacağını ve mevcut Meclis aritmetiği ile o kararı Meclis’e onaylatamayacağını görmüştü. Meclis 15 Nisan 1923’te son oturumunu yapar ve dağılır. İkincisi de, yeni devletin, 17 Şubat-4 Mart 1923 arasında İzmir İktisat Kongresini toplamasıydı. Bu kongre ile Türkiye, tüm Dünya’ya gösteriyordu ki, Kurtuluş Savaşı döneminde büyük destek aldığı Sovyetler Birliği ile aynı paktta yer almayacaktır. Böylece Mustafa Kemal, muhtemelen hilafetin de ilgası gibi bir takım ilave garantiler vererek savaş yorgunu Türkiye’yi süper devletler karşısında daha fazla riske atmak istememiştir.
Bu koşullarda, 23 Nisan-23 Temmuz 1923’te aralığında devam eden 2. tur Lozan görüşmeleri, 24 Temmuz 1923’te mutabakata varılmasıyla taraflarca imzalanmıştır. İhtilaflı Musul sorunu, petrol gelirlerinin %10’unu 25 yıllığına Türkiye’ye verilmek koşuluyla komisyona havale edilmiştir. Cemiyet-i Akvam da 5 Haziran 1926’da Irak Türkiye sınırını kesinleştirmiştir. Yani Musul konusunda da Misak’ın gereği yerine getirilememiştir.
Lozan anlaşmasının, aynı zamanda Yunanistan ile şimdiki sınırları çizdiği düşünüldüğünde, Meclis’in Batı Trakya’yı almayı başaramayarak Misak’ını burada da tamamlayamadığı görülür.
Coğrafi sınırları Meclis-i Mebusan’da, hukuki sınırları ise Amasya protokolleriyle çizilen ve adına Misak-ı Milli denilen vatanda işler Lozan sonrası karışmaya başlar. 1924 anayasası ile Kürt varlığı, dili ve kültürü yok sayılmaya başlanır. Sonrasında Şeyh Said ve diğer isyanlar ile Takrir-i Sükun rejimi ve Şark Islahat Planı ile imha ve asimilasyon kurumsallaştılır. Ve misak hem hukuki hem coğrafi yönüyle yarım bırakılır.
Misak-ı Milli’nin içe dönük eksik kalan tarafı, kimliklerin tanınması ve eşit vatandaşlığın tesisi ile tamamlanabilecekken, dışa dönük tarafı ise uluslararası hukukun, ittifak ilişkilerinin ve çağın sağladığı imkanların ışığında yeniden yorumlanabilecektir.
Bu itibarla, pasaportsuz seyahat imkanı ve gelişmiş iş ilişkileriyle Batum misak-ı millinin çağdaş parçası haline getirilmiştir. Başarıya ulaşacak AB üyeliği ile Batı Trakya da bu kervanın bir parçası olacaktır.
Barış Süreci’ni kendi Kürdüyle gönüllü vatandaşlık ilişkisine çevirebilen Türkiye, Rojava ve Irak Kürdistanı ile hayalleri aşan birliktelikler kurabilir. Rojava’ya dönük Türkiye politikası, 1921 anayasası perspektifine uygun olmalıdır. Rojava, haddizatında, 1921’de içerilememiş vatan parçasıdır. Hannan ağanın feryadı 103 yıldır karşılık beklemektedir. Suriye özelinde düşünüldüğünde, soykırımcı ve yayılmacı İsrail’in istismarına fırsat vermeden Dürziler’in de, Aleviler’in de güvenliği 1921 anayasası perspektifine uygun inşa edilebilir.
Çağdaş yorumu bölgesel işbirliği demek olan Misak, herkesin hukukunun temin edildiği, kimsenin kimliksel taleplerinin göz ardı edilmediği, demokrat ve katılımcı bir yapı ile mümkün olur. Ve elbette bu bir irredantizm değil eşitlik ve paylaşım temelinde bölgesel birlikteliktir.
Hatta, Misak-ı Milli’nin ihmal ettiği gayrı Müslimleri kapsayacak ufuk, Ermenistan ile sağlanabilir. Dünya ile ve kendi halkı ile ilişkilerini normalleştirmiş bir İran da bu ittifakın parçasına dönüştürülebilir. Ve elbette, hukuk sınırlarına çekilerek sadece Yahudiler’in değil o topraklarda yaşayan tüm halkların devleti haline gelmeyi kabul edecek bir Filistin devleti ile kurulacak ilişki Misak’ın bu yeni ufku olabilir.
Türk-Kürt-Arap birlikteliği hedefi, demokratik konfederalizm yorumuyla zenginleştirilir ve bölgedeki diğer halkları da içerecek şekilde genişletilirse, tüm Dünya için ufuk açıcı bir model olabilir.