Recep Tayyip Erdoğan nihayet ağzındaki baklayı çıkardı ve “dava, dava” diye yıllarca tekerleyip durduğu ve şevkle söylediği meseleyi toplumla paylaştı. Erdoğan’ın “dava”sı, 1923 ile Osmanlı’dan kopup Cumhuriyetin ilanı ile başlamış yüzyıllık süreyi paranteze almak, yaşanmamış gibi yapmak.
Bunu bilmiyor değildik. Ama doğrusu Erdoğan ilk defa bu kadar açık ve net bir biçimde Osmanlı’nın “millet sistemi” dediği, “Gayri-Müslümleri” kendi etnik ve dini inançlarına göre; Müslüman ahaliyi ise etnik kökenlerine bakmaksızın “Sünni İslam milleti” olarak tanımlayan (zaman zaman “ümmet” de denilen) bir yönetim tarzıyla yönetilmesini arzu eden bir siyasetçi olduğunu ortaya koydu.
Cumhuriyet’in kurulmasıyla “laik” bir yönetim tarzının benimsenmesi, o dönemde tıpkı Erdoğan gibi düşünen, İslami duyarlılıkları yüksek olan kişiyi üzmüş ve aslında kurulan Cumhuriyetle de bir gönül bağı kurulmasını önlemişti. Ne var ki kurulan Cumhuriyet askeri güç üzerine yukarıdan dayatılmış bir devlet gücünün varlığıyla kurulmuş olduğundan bu yeni düzende muhalefet de açık bir biçimde gelişememiş ama toplumun çeşitli katmanlarında varlığını sürdürmüştür.
Cumhuriyeti kuranların “Türklük” ve “Sünnilik” üzerinden bir devlet yapılanmasına gitmelerinin kendilerine göre makul nedenleri vardı kuşkusuz. İmparatorluk sonrası ulus-devlet kurmak misyonu ile baş başa kalmış kurucu babaların dönüp topluma baktıklarında “tek bir millet” yerine “birden fazla milletin” olduğu ve bu milletlerin başında da Kürtlerin olduğunu görünce kendi egemenliklerinin de bir gerekliliği olarak “Türklük” ve “Sünnilik” üzerinden yürüyerek gitmeyi kendileri için daha faydalı bulmuşlardı. Ama bu yürüyüş üç temel kimlik sorunu üretmişti. Birincisi Kürtler, ikincisi Aleviler, üçüncüsü de “laik” devlet uygulamasından memnun olmamış Müslümanlar. Aslında kabaca görünen bu olsa da bir dördüncü kimlik sorunu ki üzerinde pek konuşulmamıştır Seküler kimlik sorunudur. Bu çerçeveden bakınca görülür ki Türkiye ulus-devlet olamamış imparatorluk bakiyesi kimliklerin öbek öbek ama ayrı ayrı bir arada yaşadığı tuhaf bir toplumdur.
Yazımın amacı bu çerçevede yaptığım analizi devam ettirmek değil. Ama Erdoğan’ın bu büyük baklayı ağzından çıkarması ve aslında arzu ettiği yönetim tarzının ümmet sistemi olduğunu ifade etmesi bugüne dek benimsediği kimi zaman liberal, kimi zaman demokratik gibi görünen, kimi zaman da despotik politikaları arka plana iten yeni bir siyasi döneme işaret etmektedir. Nitekim eşinin konuşma sonrasında hüngür hüngür ağlaması da kocasının çoğu zaman evde konuştuğu ve çok az sayıda kişinin bildiği bu amacı toplumla paylaşmış olmasının getirdiği rahatlamanın bir işaretiydi bence.
Bu meşhur konuşmasını yapmadan önceki gün, PKK silah bırakacak ve arkasından Recep Tayyip Erdoğan çok önemli bir konuşma yapacak dediklerinde, ben kendi kendime sordum, “Erdoğan herhangi bir biçimde demokrasiden söz etmeden Kürt sorununu çözmeyi neden istiyor olabilir ki?”. Bunu sadece yeniden seçilebilmek için Kürt oylarını almak manevrası olarak okumak doğru muydu? O da biliyordu ki Osmanlı’da Kürtler “ümmetin bir parçası” olarak özerk sayılabilecek bir ilişki içinde barış içinde yaşamışlardı ve Cumhuriyeti kuranlar nasıl kendi gibi düşünenleri baskı altına almışlarsa Kürtleri de baskılamışlardı. O zaman Kürt sorununu da Osmanlı’nın “ümmet” kavramı içinde değerlendirip Kürtlerle barışmanın önünde ne engel olabilirdi ki?
Doğrusu ben bu düşüncelerle meşhur konuşmasından bir gün önce bir tweet attım. Tweetim şöyleydi: “İktidarın Kürt sorunundaki yaklaşımı Osmanlı’nın geri dönüşünün ilk işareti olmasın?! Ülkeye demokrasi getirmek gibi bir niyetleri olmadığına göre!”.
Nitekim Erdoğan’ın ertesi günü yaptığı konuşma bu çerçevede bir konuşmaydı.
Huzurlu bir toplum olabilmek birçok şey yanında bir “biz” duygusunun üretilmiş olmasına bağlıdır. Ulus-devlet modeli bu “biz” duygusunu (çoğu zaman zimni olarak) “ırk ve dil” etrafında oluşturmuştu. Nitekim Batı’da kurulmuş ulus-devletler kurulduklarında belirli bir ırk ve dil üzerinden “biz” duygusu üreterek devletler kurmuşlardı. Üretilen bu “biz” duygusu etrafında bireylerin “vatandaş” olarak hak ve yetkileri gibi yasal çerçeveler oluşturulmuş ve bu toplumlar böylece devletleşmişlerdi.
Uzatmayayım! Erdoğan’ın derdi de aslında “biz” duygusu üretmek. Ama bu, biz duygusunu, “Kürt, Türk, Arap” halklarına “ümmet” kavramı çerçevesinde önerirken aslında “biz”i “müslümanlık” ortak paydasında yeni bir Türklük olarak tanımlıyor. Bence “ortak payda” din ve hele “müslümanlık” olunca önerisi tam arkaik ve zaman dışı bir öneriye dönüşüyor. Doğrusu bence çok meşhur ve önemli konuşma böylelikle anlamsız bir konuşmaya dönüşmüş oldu.
Son bir nokta da şu: Abdullah Öcalan’ın da Osmanlı bakiyesi Türkiye toplumu için bir, “biz” duygusu yaratma düşüncesi var. Ama bu “biz”, her biri kendi farklılığını istediği gibi yaşayabileceği, özgürlüğünü, yine kendinin yapacağı yasalar çerçevesinde (din değil) oluşturabileceği farklı kimliklerden oluşacak bir “biz”. Türkiye henüz bunu tartışmadı.
Daha insani, daha çağdaş ve daha yeni bir “biz”i!