Bitti… 12 Mayıs 2025’te en çok kullanılan kelime bu olabilir. Şüphesiz istatistiki bir bilgi değil. Hissiyat diyelim. Milyonlarca insanın farklı duygularla girdiği keskin bir kavşak PKK’nin kongre sonuçlarını açıklamasıyla dönülmüş oldu. “Taraftarlar” denilebilecek kesimler için hala benzer bir soru gündemde; Neden şimdi? Cevaplanması artık pek zor değil. Ancak sonucun gerçek bir barış mı yoksa sessizlik mi olduğunun ayırt edilmesine ihtiyaç var.
Tarih bize her sessizliğin barış olmadığını acı deneyimlerle göstermiştir. Roma İmparatorluğu yüzyıllar süren ‘Pax Romana’ dönemini gururla anlatırdı ama bu sessizlik, halkların susturulmasıyla, itirazların bastırılmasıyla sağlanmıştı. Yani kılıç kınındaydı belki ama adalet yerinde değildi.
Yine Kuzey İrlanda’da 1998’de imzalanan Good Friday Anlaşması sonrası silahlar susmuştu. IRA çekildi. Fakat toplumda gerçek bir güven, bir arada yaşama arzusu kolay kolay oluşmadı. Duvarlar sadece şehirleri değil, zihinleri de ikiye bölmüştü.
Şimdi Türkiye’de benzer bir kuşku ile yol alınıyor. Şiddetin durması, belki yeniden konuşmanın kapısını aralayabilir. Alelade konuşmanın ötesine geçip, eşitliği, hakikati ve güveni konuşmadıkça, bu sadece bir sessizlik olur. Geçici, kırılgan ve hep tetikte bir sessizlik.
1993’ten 2025’e kaçırılmış fırsatlar
Demirel’in “Kürt realitesini tanıyoruz” ifadesiyle başlayan ve 1993’lere uzanan dönem, Turgut Özal’ın Kürt meselesinin çözümü konusundaki tutumu ile somutlaşmıştı. 17 Mart 1993 yılında yapılan tek taraflı ateşkes çağrısının epik görüntü hepimizin hafızasındadır. Ateşkes ilanına karşı karanlık bir dönemi başlamış ve Turgut Özal’ın ölümüyle sonuçlanmıştı. Doksanların ölüm kokan sokakları faili meçhul cinayetlerle anılır olmuştu. Savaş tırmanmış, olay daha da karmaşık hale gelmişti.
Kaçırılan barış için 1993 sonrası örnekleri çoğaltmak mümkün. 1999 yılında İmralı takvimi başladığında PKK tek taraflı ateşkes ilan etti ve sınır dışına çekildi. Devlet, bu sürece karşılık vermedi. Diyalog yerine “zafer” duygusu öne çıktı, çözüm ihtimali heba edildi.
2005 yılında Başbakan Erdoğan, “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diyerek siyasi iktidar düzeyinde konuyu ilk kez sahiplendi. Ancak bu sözlerin arkasını getiren yapısal adımlar atılmadı. Milliyetçi çevrelerin baskısı ve devlet içi direnç süreci tıkadı.
2009 yılında Habur girişimi olarak bilinen süreçte AK Parti, TRT Kurdî’nin kurulması ve bazı yasakların kaldırılmasıyla demokratikleşme adımları atmıştı. Ancak Habur’dan gelen PKK’lilerin yargılanmadan karşılanması kamuoyunda büyük tepki yarattı. Süreç iyi yönetilemedi, geri çekildi.
2013–2015 Çözüm Süreci ve Dolmabahçe Mutabakatı olarak bilinen dönemde ise İmralı ile doğrudan temas kuruldu. Öcalan’ın Newroz mesajları meydanlarda okundu. 2015’te HDP ve devlet yetkilileri Dolmabahçe’de ortak bir mutabakat açıkladı. Ancak 7 Haziran seçimlerine giderken ve sonrası yaşanan gerilim, bombalı saldırılar ve siyasal hesaplar süreci sona erdirdi.
2013-2015 dönem metodolojisinin kendi içinde riskleri elbette vardı. Karşılıklı ikna olunamayan “niyet” meselesi belirleyici olmuştu. Devletin katmanlı yapısı zemininde Ulusalcı-Ergenekoncu Askeri-sivil yapılarla Gülen cemaatinin ittifak ettiği, bozucu unsurların çok aktif çalıştığı bir dönemdi. Demokratikleşme adımlarıyla beraber kurgulanan sürece dair PKK tarafından “sahicilik” tartışması yürütüldü. Askeri olanakların devlet tarafından genişletildiği, PKK kanadında ise geri çekilmenin bir süre sonra durduğu bir takvim işlemişti. Süreç daha pozitif kurgulanmıştı ancak büyük bir yıkımla sonuçlandı.
Yeni dönem ve fesih kararı
PKK açıkladığı kongre sonuç bildirgesiyle, Kürt barışı meselesinde referans olarak tanımlanan ve Dolmabahçe Mutabakatı ile sonuçlanan 2013-15 döneminden daha farklı bir zamanı kendisi açısından işaret etmiş oldu. Bu ilginçti. Zira kaçırılan barış için hep daha yakın tarih ve kaybedilen on yıl muhasebesi yapılırdı.
Bildirgede 32 yıl öncesine atıfla “Ancak reel sosyalizmin ağır etkileri, savaş çizgimize dayatılan çeteci anlayışlar ve derin devletin Turgut Özal ve ekibini ortadan kaldırması, Kürt inkâr ve imha siyasetinde ısrar ederek savaşı tırmandırması neticesinde bu yeni süreç sabote oldu. Binlerce köy boşaltılıp yakıldı. Milyonlarca Kürt yerinden yurdundan edildi, on binlercesi işkencelerden geçirilerek zindanlara atıldı ve binlercesi ise faili meçhul biçimde katledildi” ciddi bir özeleştiri yapıldığı söylenebilir. “Savaşın karşılıklı olarak tırmandırılmasının yarattığı tekrar aşılamadı” denilerek “Kürt sorununu demokratik ve barışçıl yollardan çözme çabaları sonuçsuz kaldı” tespitiyle beraber barış için kaybedilen yılların neden-sonuç ilişkisi kurulmuş görünüyor.
Öcalan’ın ilk çağrı metninde gördüğümüz Soğuk Savaş Siyaseti ve Reel Sosyalizm eleştirisine göre şekillendiğini anladığımız kongre sonuç bildirgesinde, Kürt siyasetinin taleplerinin nereye çapa atacağı somutlaşmış ve yakın dönem siyasi hataların yükünün tekrar tartışmaya açılması pek istenmemiş gibi. Bu koşullarda hiç kimse küfesindeki yüklerle masaya oturmak istemiyor diyebiliriz.
Barışın, taraflar arasında bir anlam ifade ettiği ana gelindiğini görüyoruz. Tarafların sürece dair gerekçeleri elbette farklı olabilir. Mutlaka birbiriyle örtüşmek zorunda değil. Literatür bunu “negatif barış” gibi bir kavramla değerlendirmeyi öneriyor. Aslında yöntem olarak şiddetten vazgeçilmesini özetliyor bu kavram. Karşılıklı olarak tüketilen enerjinin, insan kaynağının, maddi rezervin ve en önemlisi jeopolitik avantajların kaybedilmesinin iki taraf açısından da fark edilmesi ile bu aşamaya gelinmiş oldu.
Bugün, 2025 yılında PKK’nin yaptığı açıklamada 1993’e geri dönülmesi de tesadüf değil. Bu, aynı zamanda devletin ve toplumun başka bir hafızayla yüzleşmesine çağrı gibi duruyor. Ne yazık ki 1993 heba edilmeseydi, bugün belki çok başka bir Türkiye konuşuluyor olabilirdi. Bu sadece bir nostalji değil, barışın sadece bugünün değil geçmişin yüküyle kurulabileceğini de hatırlatıyor.
Çünkü barış, yalnızca silahların susması değil; aynı zamanda kaybedilen zamanın, bastırılan taleplerin, ertelenen adaletin de tanınmasıdır.
Sırrı Süreyya Önder’in İmralı çağrısının sonunda sözel olarak ilettiği notun dikkate alınacağı bir aşamaya böylelikle gelmiş olduk. Sürecin topluma anlatılacağı, demokratik taleplerin dikkate alınacağı bir faaliyetin daha organize yürütülmesine ihtiyacımız var. Yorulmuş ve değişim isteyen bir toplum var artık. Yine de tuzu kurular diyebileceğimiz, kendisini devletin sahibi gibi gören ve ulusalcı-sağ popülizmle siyaset alanı açmaya çalışan yapılar da var. Bozucu unsur olarak önceki süreçlerin risklerini tekrar hatırlatacak bu yönelimlere dikkat edilmesi gerekiyor. İktidarın, “Terörsüz Türkiye” sloganının arkasına gizlenmeden adım atması gerekiyor…
Sevgili Sırrı Süreyya Önder’in gelinen bu aşamayı görüp gelecek hafta için ameliyat planı yaptığını düşünebilirdik. Kaybettiklerimizin farkında olmalıyız…