Bu yaz Diyarbakır’da 44 gün kaldım, zaten her sene yazın belli bir süre orada kalırım, malum “Amed şehrim benim”. Bu sene ayrı bir heyecan ve merakla gittim. Barış süreci var ve kim ne düşünüyor, ne hissediyor, deli gibi merak ediyorum. Diyarbakır’a giden her gazeteci Ulu Cami’nin önünü mesken edip Diyarbakır’ın nabzını oradan okuyor ya bu çok tuhaf. Diyarbakırlılar da buna mana veremiyor, kim demiş Ulu Cami merkez üssü diye.
Ben gazeteci değilim, ihraç Barış Akademisyeni ve sivil toplum aktivistiyim. Daha da önemlisi Diyarbakırlıyım. Durum öyle olunca benim için Diyarbakır’ın nabzı her yerde atıyor.
Diyarbakır’ın nabzı akraba misafirliklerinde, ev gezmelerinde, hastane koridorlarında, acilde beklenen saatlerde, yas evinde okunan Fatiha’lar arasında, köyden köye geçişlerdeki araba yolculuklarında, köylerde bol kadınlı-çocuklu ve karpuzlu gece “şevbêrklerinde”, traktör römorklarından yapılmış havuzlarda yüzen çocukları izleyen kadınların yemek hazırlığında, kapı önüne kurulmuş plastik sandalyeler üstünde 65 yaş üstü erkek sohbetlerinde, kuaför salonlarında, pazar tezgahlarının arasında, kapı kapı gezdiğim derneklerde-vakıflarda, imece usulü dolmalık patlıcan-biber çıkaran kadınların site bahçesindeki sohbetlerinde, ateş üstünde kışlık “tirşîk” pişiren kadınların terinde, düğünde halaya ara verilen ikramlarda, kan davasından yitip giden gençlerin seneyi devriye yemeklerinde minderlerde oturan kadınların rahmetliyi gözü yaşlı anma konuşmalarının arasında, akşamüstü gölgesinde bahçesini sulayan Hacı dayıların domates-biber kokuları arasında, mezarlık ziyaretlerinde okunan Yasin’den sonra başlayan sohbetlerde atıyor. Velhasıl Diyarbakır’ın nabzı hayatın içinde her yerde, her mekanda atıyor. “Batıdan” giden her gazeteci oralara giremeyeceği için ben naçizane aktarmak istedim gözlemlerimi.
Girdiğim her ortamda daha ben sormadan bana sordu insanlar “sahi ne diyorsun bu sürece?”, “gerçekten bu sefer barış olacak mı?”, “yine bizi kandırmıyorlar mı?”, “barış olsa sen de işine dönecek misin?”, “ben inanmıyorum bu işe, sen ne diyorsun?”. Kadını, erkeği, genci, yaşlısı. Herkesin aklındaki soru ve ondan doğan sorular yığını. Bu soruları duyunca ben hemen karşı soruyla “beni boşverin siz ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. Ve başladım dinlemeye.
Barış Anneleri’nden dinlediklerimi site bahçesindeki kadınlarla paylaştığımda meselenin coğrafyadaki her evi nasıl kanattığını unutarak düşüncesizlik yapıyorum. “Bu acıya dayanılmaz ama yine de barışı ilk sırada onlar istiyor” diyorum, ak saçlı beyaz tülbentli teyze başlıyor ağlamaya ve anlatmaya. Hiç çocuğu olmamış ama 2 yeğenini kaybetmiş. Birini dağda, cenazesini 5 yıl sonra vermişler ama verdikleri bir “kaç parça kemik”. Onları da öpe koklaya gömmüşler. Diğerini de Rojava’da kaybetmiş, mezarı orada diyor. Sonra devam ediyor “en çok biz öldük ama yine biz istiyoruz barışı” diye. Bana fotoğraflarını gösteriyor, ekrandaki gencecik gözleri öpüp gözyaşlarını tülbentiyle siliyor. Ben düşüncesizliğimden dolayı özür dilerken, “senin suçun değil, nerden bileceksin diyor” Sahi kimin suçu! Sonra beyaz saçlarını gösterip gülerek diyor “bak saçlarıma, eskiden kına yakardım ama Silhedîn (Selahattin Demirtaş) hapse girdiğinden beri kına yakmadım. Onu bıraktıkları gün kına yakacam. Kınam da evde hazır”. Kadınlar hep birlikte onun hapisten çıkması için dua ediyorlar. Silhedîn sevgisine şaşırmıyorum, alışkınım buna, çok duydum.
Kocası 30 yıl önce, köy minibüsünde bulunan koruculara saldıran PKK kurşunuyla, hem de sadece bacağına yediği kurşundan kan kaybıyla ölen o zamanların genç kadını, şimdinin Hacı teyzesi başlıyor anlatmaya. “Hiç inancım yok” diyor “bunlara. Geçen de öyle dediler. Ma duymuyorsun bak uçakların sesini. Sürekli başımızda uçaklar uçuyor, ne barışı!”. Sonra başlıyor Silhedîn’i sormaya. “Ne zaman Silheddin’i bıraksalar o zaman inanacam barışa” diyor.
Yas evinde dualar ve göz yaşları arasında toplumdaki kan davaları ve bitmeyen Kürt davasından bahsediliyor. İkisinde de yitip giden masum canlar. Bir ana dayanamıyor isyan ediyor. Yeğeni üniversiteden dağa çıkmış, önce öldü demişler, ağıtlar yakılmış, yas kurulmuş, sonra yok o cenaze sizin değil denilmiş. Sonradan yine babası ölüm haberini almış ama paylaşmamış çocuklarıyla, karısıyla; varsın yaşıyor sansın, umutları olsun demiş kardeşine. Yüreği de karnı da dolu. Çok duyuyorum “karnımız çok dolu, anlatsak susamayız” sözlerini. Sayıyor bütün liderlere ve tek tek isimlerini söyleyip “hepsi bu gençlere kurban olsun” diyor. Gülerek uyarıyor kızı “bak bu sözlerini duyarlarsa iki taraf da seni tefe tutar” diye. “Bak valla diyorum bu Apo değil, 26 yıl hapiste kalmış, diyorlar onu zehirlemişler, beyniyle oynamışlar, onu da kandırmışlar, kendinde değil” diyor biri, diğerleri de hak veriyor.
Erkekler daha çok siyaseti takip ediyor köylerde, haberleri izliyor “uydudan” da ana akımdan da. Öyle olunca duygusal yorumlardan ziyade daha rasyonel analizler yapıyorlar. 70’lik dede benden iyi analiz ediyor süreci. Bana da dinlemek düşüyor. Herkes barışı istiyor ama onların deyimleri ile “hiç inançları kalmamış devlete”. “Madem barış var, niye Silheddîn hala hapiste?”, “madem barış var niye siyasiler serbest bırakılmıyor?”, “Hani Apo mecliste konuşacaktı?” Soru çok, güven yok, umut sonsuz. Bin kafadan bin ses çıkıyor. Herkes başkasına soruyor “ne olacak bu iş?” diye.
50 dereceleri gördüğümüz ahir ömrümün en sıcak yazında gün ortasında sivil toplum örgütlerini ziyaret ediyoruz. Başlıyorum söylenmeye sivil toplum çalışmıyor diyeni döverim, bak 45 derece sıcakta gönüllü olarak nasıl çalışıyoruz diye. Sonra 9 Ağustos’da Eleştirel Barış Ağı, Diyarbakır Barış Çalıştayı’nda sivil toplumu topluyor. İnsan hakları, eğitim, kadın, LGBTİ+, çocuk, kültürel miras, hukuk, sanat, spor, ticaret gibi her alanda çalışan sivil toplum örgütleri temsilcileri. Sağcısı, solcusu, dindarı, laiki, hepsi aynı U masanın etrafında. Birlikte güncel süreci değerlendiriyor, kafalarındaki soruları seslendiriyorlar. Geçmişi yeniden hatırlayıp neler yaşandığını, bireysel ve kurumsal tanıklıklarını anlatıyorlar. Hep beraber meclis komisyonuna bir yol haritası öneriyorlar. Dileyen Kürtçe konuşuyor dileyen Türkçe. Simultane çeviri yok hatta hiç çeviri yok. Kürtçe anlaşılmıyorsa bu da meselenin en önemli göstergelerinden biri ve anlamayanın kendi sorunu minvalinde. Kimse de şikayet etmiyor bundan.
Oysa daha iki gün önce mecliste dinlenmek için davet edilen Barış Anneleri Kürtçe konuşmak istediklerinde, meclis başkanı meclis içtüzüğünü bahane ederek buna izin vermiyor. Komisyon üyesi vekillerin kendilerinin simültane çeviri yapma tekliflerini de yok sayıyor ve inisiyatif almıyor. Kürtçe kelimeler kayıtlara “…” şeklinde geçiyor. Barış Annelerine kendi ana dillerinde konuşma hakkı tanımayan meclis komisyonu barışı nasıl inşa edecek sorusu var olan güvensizliği derinleştiriyor. Türkçeyi çok iyi bilse bile kendi anadilinde insanın kendini ne kadar rahat, huzurlu ve tam anlatabildiğini çok iyi biliyorum. Yaptığım araştırmalarda görüşmeler sırasında katılımcıların kendi anadillerinde konuştuklarında kendilerini ne kadar iyi ifade edebildiklerini de çok şahit oldum. Durum böyle iken özellikle kendini Türkçe iyi ifade edemeyeceğini söyleyen Barış Annelerine bu hakkın tanınmaması çok yazık! Mahkemelerde bile tercüman kullanılarak kayıtlara Türkçe geçirilirken, barış inşasında çok önemli görevler üsteleneceğine inanılan komisyonda buna imkan tanınmaması üzerine söylenecek çok şey var ama neyse!
Diyarbakır izlenimlerimi anlatayım diye başladım yazıya ama bunu tek yazıyla anlatmak çok zor.
Çözüm sürecinde adını “Kürdistan” koyduğu ve nüfusa da öyle kaydettiği kızını, süreç bitikten sonra herkesin “hayatını mahvederler, ne okulda ne hastanede hiç bir yerde güvende olamaz” nasihatlerine uyarak “Gülistan” olarak değiştiren babayla sohbet ediyorum. Kızı geliyor ve “ne olursa olsun adımı yine “Kürdistan” yapacağım” diyor. Babası da “barış olursa yaparız” diyor.
Sahi neydi barış?
Çok sordum, çok dinledim. “Kalkan uçakların susması”. “Silahlarını yakanların evlerine geri dönmesi”. “Artık hiç bir gencin savaştan ölmemesi”. “İsmini Kürtçe koymak ve yazdırmak”. Hastanede, okulda Kürtçe konuşabilmek”. “16 yaşında dağa çıkan, geri dönünce de ağırlaştırılmış müebbet cezası alan ve 14 yıldır hapiste olan kızının serbest bırakılması”. “Kimsesizler mezarlıklarına defnedilen ama ‘kimsesiz’ olmayan cenazelerin ailelerine teslim edilmesi”. “Yeri belli olan toplu mezarların açılması ve sahiplerine cenazelerinin verilmesi”. “Cezasızlık politikalarına son verilmesi, faillerin yargılanması”. “Mitingde patlayan bomba ile uzuvlarını kaybeden sanatçının devletten alamadığı desteği alması”. “Amedspor’a yönelik ırkçılıklara karşı şikayet edilen dosyalarda savcıların takipsizlik vermemesi”. “Barış çağrısı yapan barış Akademisyenlerinin akademiye geri dönmeleri”…
Şehrim, memleketim dediğim kentte, her sokakta, her binada, her köyde ne çok acı varmış. Dinlerken utandım! Biliyorum sanıp bilmediklerimden! Sur’da hafriyat kamyonlarının arkasından koşup, boşalttıkları yerlerden evlatlarının kemiklerini aradığını söyleyen anneden! Yas evlerinde herkesin kendi ölüsüne ağladığı anlarda, sessizce ağlayan, göz yaşları dinmeyen kadınların dinlediğim hikayelerinden! Kime dokunsan bir acısı, bir kaybı var. Biri anlattı mı acısını, diğerleri de başlıyor anlatmaya. Sözler hep barış umuduyla bitiyor. Bu insanlar barış derken, barışı savunmamak kimin haddine diye geçiriyorum içimden. Ve dinlerken insanda sadece utanma duygusu kalıyor. Bu kadar kayıp ve acı için bir şey yapamamanın utancı ve kederi!