Yurttaşlık, insan ile devlet arasındaki hukuki bağı ifade eder. Bunun anlamı, yurttaşın hak ve ödevlerle donatılmış bir insan olduğudur. Ancak yurttaşlık kavramı tek tek her bireyi devletle ilişkilendirmekle kalmaz; bu ilişki üzerinden bütün yurttaşları da birbirine bağlar. Böylesi bir yurttaşlar topluluğunun ortaya çıkması ise devlet ile toplum arasındaki ilişkileri düzenleyen özel bir söylem sayesinde mümkün olur. İnsanlığın son iki yüzyılına şekil veren bu söylemsel çerçeveye milliyetçilik adını veriyoruz. Milliyetçilik, yurttaşlar topluluğuna bir isim, yurttaşa da bir kimlik verir. Modern yurttaşlığın inşası dünyanın her yerinde üç aşağı beş yukarı benzer bir seyir izlemiş, Türkiye’nin “tebaadan yurttaşa” geçiş süreci de bu genel eğilime paralel olmuştur: Yurttaşların oluşturduğu bütüne “Türk milleti”, yurttaşa da “Türk” adı verilmiştir.
Bu bağlamda Türkiye’de yurttaşlığın sorunları ile Türk milliyetçiliğinin gelişimi arasında kopmaz bir bağ vardır. Başka bir deyişle, günümüzün yurttaşlık tartışmalarının ortaya koyduğu sorunları ancak ulus-devletin soyağacını incelediğimizde doğru biçimde anlayabiliriz. Genel kabul gören görüşe göre, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi olan Türk milliyetçiliği, Anadolu’da işgale karşı verilen mücadele sürecinde tarihsel bir güce dönüşmüştür. İlk bakışta bu görüş, Anadolu direnişine yön veren zihniyeti bir kaynak veya zemin olarak işaret ediyor gibi görünür. Oysa iddia bunun ötesine geçmektedir: Oluş halindeki Türk milliyetçiliğinin, bir ulus-devletin temeli olacak vatan, millet ve devlet gibi kavramları bu süreçte bütünleştirerek kitleleri seferber ettiği ileri sürülmektedir. Bu anlatıya göre işgal karşıtı direnişte Müslümanlık ya halkı örgütleyen kadrolar tarafından taktik amaçlarla kullanılmış ya da İstanbul hükümetine karşı bir propaganda malzemesi olmanın ötesinde bir rol oynamamıştır.
Tarihçi Eric J. Zürcher, bu hâkim görüşe “Müslüman milliyetçiliği” kavramını merkeze alan dikkate değer bir meydan okumayla karşı çıkar. Bu dönemin zihniyet çerçevesi çoğunlukla paşaların hatıraları ya da milliyetçi tarih yazımının ürettiği eserler üzerinden tanımlanmıştır. Oysa Zürcher’in önerdiği gibi, dikkatimizi direniş aktörlerinin 1918-1922 yılları arasında ürettikleri belgelere ve kullanılan sözcüklerin oluşturduğu dağarcığa yönelttiğimizde karşımıza bambaşka bir tablo çıkar. Bu dönemin insanları “millet” derken aslında etnik Türklüğü değil, Osmanlı ülkesinde yaşayan Müslüman halkı kastetmektedir. Bu çerçevede “vatan” (Misak-ı Milli), Türk, Kürt, Çerkez ve benzeri Müslüman toplulukların üzerinde yaşadığı toprak parçasını ifade etmektedir. Burada Arap unsuru, savaş sürecinde yaşanan çatışma ve kopuştan ötürü hem millet hem de vatan tanımının dışında bırakılmıştır. Son olarak “devlet”, Osmanlı’nın hâlen ayakta kalabilmiş olan siyasi-hukuki kurumlarının kurtarılmasını anlatmaktadır.
İlk olarak şunu saptamamız gerekiyor: Çekirdeğinde bu üç kavramı bütünleştiren Müslüman milliyetçiliği, Balkanlardaki kayıplara ve bununla gelişen yenilgi duygusuna bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu tepkisel karakter giderek Anadolu’daki gayrimüslim topluluklara, özellikle Rum ve Ermenilere yönelmiştir. İkinci olarak, dini aidiyet esas alınsa da ortada teolojik bir motivasyon veya dinsel bir diriliş amacı bulunmamaktadır. Müslümanlık temelde ayırt edici bir kimlik unsuru olarak öne çıkmakta; “müdafaayı hukuk” hareketi Müslüman nüfusun haklarını korumak için mücadele verdiğini iddia etmektedir. Son olarak, bu çatı altında birleşen kitle etnik açıdan türdeş olmayan, çoğulcu bir yapı arz etmektedir. Esas olarak Türk ve Kürt birliğini öne çıkaran bu kimlik, Çerkezler veya Lazlar gibi diğer Müslüman unsurları da aynı “hukuk” çerçevesinde savunmayı hedeflemektedir.
Bu özgün kimlik konfigürasyonu, milliyetçiliği tartışırken başvurduğumuz kavramlarla açıklanamayacak bir dizi güçlük ortaya çıkarıyor. Müslüman milliyetçiliğine “sivil milliyetçilik” ile “etnik milliyetçilik” ayrımı üzerinden baktığımızda, içerdiği etnik çoğulculuktan ötürü etnosantrik olmayan, fakat dışladığı gayrimüslim topluluklardan ötürü tam anlamıyla “sivil” de sayılamayacak bir yapı ortaya çıkar. Konuya milliyetçilik-din ilişkisi açısından baktığımızdaysa Türkiye’nin tek örnek olmadığını görürüz. Dinin, milli kimliğin şekillenmesinde bir ön-milliyetçi unsur olarak etkisini; Leh milliyetçiliğinde Katolikliğin, Yunan ve Rus milliyetçiliğinde Ortodoksluğun oynadığı rolde de izleyebiliyoruz. Ancak bu örneklerin hepsinde etnik bir türdeşlik söz konusudur. Müslüman milliyetçiliği ise farklı etnik toplulukları bir araya getirmesiyle ayırt edilmektedir.
Belirlediğimiz çerçeve içinde gelişen bu hareketin, Kurtuluş Savaşı’nın sonuçlarının kurumsal yapılara dönüştüğü süreçte Türk milliyetçiliğini şekillendiren bir iz bıraktığını görüyoruz. Örneğin Lozan Konferansı’nda Türk tarafının tezleri, esas olarak Müslüman milliyetçiliği çerçevesinde yapılandırılmış bir söylemle savunulmuştur. Bu açıdan dikkat çekici bir tartışma “azınlık hakları” oturumlarında cereyan etmiştir. Azınlık kavramını hem dini inanç hem de dil toplulukları bağlamında dile getiren tezlere İsmet Paşa ve Rıza Nur, Müslüman etnik gruplar arasındaki dil farklılıklarının siyasi bir problem oluşturmadığını, Müslümanların Osmanlı tarihi boyunca eşit haklardan yararlandığını savunarak karşı çıkmıştır. Dil azınlığı olmadığı görüşünün kabul görmesi karşılığında gayrimüslim toplulukların azınlık olarak tanınması tezi de kabul edilmiştir. Ardından “nüfus mübadelesi” adı altında uygulanan homojenleştirme siyaseti de esasen din ölçütünü temel almıştır. Etnik açıdan Türk olan Karamanlıların, Ortodoks oldukları için mübadele edilmesi bunun en belirgin göstergelerinden biridir.
Dolayısıyla seküler Türk milliyetçiliğinin bu tarz bir milliyetçiliğin yerini alması tek hamlede gerçekleşmemiş, aşamalı bir süreç içinde, yaşanan siyasi gelişmelerin başlattığı etki-tepki dinamikleriyle olmuştur. Kat edilen her aşama geriye bir iz bırakmış ve bu iz artık yalnızca geçmişte kalmış bir şeyin işareti olmamıştır. Yokluğuyla bugünü şekillendiren, açıkça dile getirilmese de ortak yaşama yön veren siyasal bilinçdışının bir unsuru olarak etkisini sürdürmüştür. Bu etkiler, biri resmi olarak azınlık kabul edilen gruplar düzeyinde, diğeri ise azınlık içermediği varsayılan Müslüman nüfus üzerinden olmak üzere iki düzeyde izlenebilir.
Lozan gibi bir kuruluş momentinden itibaren, Trakya’daki Yahudi pogromlarından Varlık Vergisi’ne, 6-7 Eylül olaylarından Hrant Dink cinayetine kadar uzanan çizgide, Türkiye’de milliyetçi söylemin oluşturduğu her kitle seferberliğinde bu etki kendini göstermektedir. Bağımsızlık sonrasında gelişen Atatürk milliyetçiliği, toplumun canlı deneyimleri ve geliştirdiği dayanışma biçimlerinin dışında, toprak ve dil temelli bir Türk milliyetçiliği programını hayata geçirmiştir. Bu program bir kaynak olarak ırk veya etnisite konusunda gelgitler içeren salınımlara sahip olsa da esas yönelimi bunun dışında olmuştur. Söylemde evrenselci, ırk veya din farkı gözetmeyen; kültür ve eğitim üzerinden inşa edilen bir milli kimlik tanımına dayalı, yurttaşlık temelli ama homojenleştirici bir ulus-devlet hedefi öne çıkmıştır. Bu gerilim, ilke olarak Türk dili, kültürü veya ideallerini benimseyen birinin “Türk” olabileceği anlamına gelse de uygulamada Türk olmayan grupların asimile edilmesi, susturulması ya da “yabancı” gibi konumlandırılmaları sonucunu doğurmuştur.
Türkiye’de yurttaşlık tartışmalarının sorunları esasen çizilen bu çerçeve içinde şekillenmiştir ve yurttaşlık çok katmanlı, hiyerarşik bir yapı kazanmıştır. Etnik olarak Türk veya Türk olmasa da kendini Tük kabul eden kesimler aidiyet açısından organik, siyasi açıdan kapsayıcı bir yurttaşlık konumuna sahip olmuştur. Türk olmayan Müslüman nüfus için yurttaşlık mümkün, fakat koşullu bir seçenek olarak mevcut olmuştur. Gayrimüslim topluluklar içinse biçimsel ama içi boşaltılmış bir yurttaşlık konumu ortaya çıkmıştır. Bu yapı sadece seküler Türk milliyetçiliğinin dayandığı öncüllerden hareketle inşa edilmemiş, öncüsü olan Müslüman milliyetçiliğiyle gerilimli bir ilişki içinde vücut bulmuştur. Daha doğrusu Müslümanlığın belirlediği sınırları varsaymış, onun bıraktığı izleri adeta bilinçdışı bir şekilde takip etmiştir. Bu nedenle Müslüman milliyetçiliği çözümün değil, tarihsel olarak sorunun kaynağıdır. Bugün Müslüman milliyetçiliğine bir tür geri dönüş izlenimi uyandıran AKP’nin “Türk, Kürt, Arap kardeşliği” söylemi, barış ve eşitlik iddiasıyla ortaya konsa da, tıpkı kökendeki yaklaşım gibi aidiyeti dini bir temele indirgemekte ve farklılıkları tanımak yerine bastırmaktadır.
Eşit yurttaşlık tartışmasının asıl yönü, bu iki milliyetçilik arasında bir seçim yapmakta değil, bu gerilimin aşılmasında yatmaktadır. Ne dini aidiyet temelinde tanımlanmış bir Müslüman milliyetçiliği ne de etnik ve dilsel homojenliğe dayalı Türk milliyetçiliği, demokratik bir toplumun temelini oluşturabilir. Yapılması gereken, yurttaşlığı bu tarihsel yüklerden arındırmak ve çok katmanlı, hiyerarşik yapısını eşitlikçi ve demokratik bir zeminde yeniden düzenlemektir. Eşit yurttaşlık, farklı etnik, dini ve kültürel kimliklerin özgürce var olabildiği, aidiyetin koşulsuz ve tam anlamıyla siyasal bir kategoriye dönüştüğü bir demokratik toplum idealine yaslanmalıdır. Ancak bu şekilde Türkiye’de yurttaşlığı sorunlu kılan tarihsel tekrarların ötesine geçilebilir ve yurttaşlık, tüm bireyler için gerçek anlamda ortak bir zemin haline gelebilir.