1. Haberler
  2. Politika
  3. Silah bırakma arzusu, silah bırakma gücü « İlke TV

Silah bırakma arzusu, silah bırakma gücü « İlke TV

featured
service
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Sırrı Süreyya Önder’in aziz hatırasına


Laf uzayacağı için peşinen özür diler, sabrınıza sığınırım. Fakat gördüklerimi kısa kesip birtakım hükümlerle bitirmeyi hiç istemedim, çünkü Diyarbakır’dan yola çıktığım andan başlayarak gördüklerim, tekrar Diyarbakır’a dönene kadar olan bitenler ve elbette Casene Kanyonu’nda şahit olduklarım ayrıntılı biçimde ele alınmayı hak ediyor. Sıkıcı bulanlar hakkını helal etsin, şöyle bir çare düşündüm: Her ara başlık kendi başına okunabilir, yani atlaya atlaya okuyabilirsiniz.

Diyarbekir’den Habur’a: Yarının Türkiyesi için bir gösterge

İşte biliyorsunuz, Türkiye’den çok sayıda gazeteci, STK temsilcisi ile DEM Parti ve bileşenlerinden siyasetçiler tören için 10 Temmuz 2025’te Diyarbekir’den yola çıktı. Buluşma yerinde dört otobüs vardı. Yolda katılanlar oldu. Son büyük katılım akşam yemeğinin de yendiği o güzelim Cizre’deydi. Bize ne yemekten demeyin: Çok güzel bir mekanda, Cizre aşçılığının bütün hünerlerinin sergilendiği şahane bir yemekti. Hem konvoydakiler hem de ev sahibi mekanın bütün çalışanları aşırı heyecanlıydı. Konvoyda Kürtçe bilmeyen birçok kişi olmasına rağmen hizmet dili Kürtçeydi ve bilmeyenlerin birçoğu da, “Nasıl söylenir” diyerek isteklerini, siparişlerini Kürtçe söylemeye çalışıyordu.

Habur’dan geçerken pasaport kontrol noktasında görevli polislerin arkasında ayakta duran birer kişi pasaportları ve sahiplerini dikkatle izliyor, ellerindeki telefonlarla onlar da işlemler yapıyordu; bu güvenlikçi uygulamayı eleştiri için yazmıyorum, tersine Amed’den Habur’a varana kadar “güvenlikçi” hiçbir şeyle karşılaşmadık. Barış içinde yaşanan bir ülkede, bir geziye, bir sanatsal etkinliğe giden yolcular gibiydik. Oysa daha birkaç hafta önce İstanbul’dan Akçay’a gitmek için bindiğim otobüs yolda üç defa kimlik kontrolünden geçirilmişti. “Doğu’ya özgürlük, Batı’ya baskı” hinliğini (hainliği mi desem?) yapanlara koz vermek için yazmadım bunu, aslında sürecin öneminin bir göstergesi olarak yazdım: Yolculuğun bu etabı, görmeye gittiğimiz “silah bırakma töreni”ni mümkün kılan sürecin başarıyla tamamına ermesi halinde Türkiye’de nasıl bir günlük hayatın mümkün hale geleceğini, yani “çatışma ve şiddet” zemini yerine “hukuk ve siyaset zemini”nin öne çıkacağını bize önceden işaret ediyordu bana sorarsanız.

Zaxo’dan Süleymaniye’ye: Kürtler arasında yakınlık umudu

İşlemler uzamadan geçildi karşı tarafa, yani Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bağlı Zaxo’ya. Orada pasaport kontrolüne girmeden önce resmi bir karşılama heyetinin bizi beklediğini gördük: Kürdistan Bölgesi Başkanı Neçirvan Barzani’nin temsilcisi Dilşad Şehab, KDP Politbüro Üyesi Serbest Lezgin, Duhok Valisi Dr. Ali Teter, Zaxo Sınır Temsilcisi Hemid Eli ve başka birçok KBY yetkilisi bekliyordu. Ahmet Türk, Gültan Kışanak, Leyla Zana gibi kıdemli siyasetçiler, DEM Parti eş başkanları Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan, eski Eşbaşkanlardan Mithat Sancar ve Sezai Temelli gibi birçok isim vardı konvoyda ama karşılama heyeti siyasi-gayrisiyasi ayrımı yapmadan herkese aynı güler yüzle ve konukseverlikle yaklaşıyordu. Yetkililerden bürokratlara, güvenlik görevlilerinden hizmetlilere ve gazetecilere varana kadar herkes çok şıktı. Bizim konvoyun siyasetçileri de gazetecileri de STK’cileri de hayli turist gibi kalıyor onların yanında.

Sohbetten çok memnundular, servis görevlileri canla başla çalışıyor, güvenlik görevlileri herkese yardımcı olmaya çalışıyordu; sürekli soğuk su servisi var, sürekli ihtiyaç soruluyor; Kurmanci varsa yeter, Soranî zaten resmi dil ama olmadı İngilizce…

Genişçe bir salonda oturuyor herkes, ayakta da çok insan kalıyor. Salonun arka tarafında bir ikram masası kurulmuş, tatlılardan. Fakat konvoydakiler fark etmiyor bunları, ev sahiplerinin heyecanlı ve sıcak ağırlama çabası, konukların bir an önce yola çıkma arzusuyla yarışıyor. Dönüş için herkes kalkınca bazı görevliler, tatlılar kaldı diyor, ikram edememiş olmanın üzüntüsüyle. Konukların kendi alacağını düşünmüşler, ama bir önce gitmek isteyen konuklar fark etmedi bile. Ben, ismini izin almadığım için yazmadığım iki arkadaş, bütün heyete vekaleten tadına bakıyoruz ikramların; kalan yol boyunca arkadaşlar takılıyor, vay yediniz baklavaları tek başına diye. Sefamız olsun ama zaten az yedik, hepsini yemeye kalksak tören başlayana kadar orada kalırdık.

Zaxo’daki protokoler karşılama, Hewler’e varana kadar protokoler eskorta dönüşüyor. Önümüz ve arkamız, tamamı lüks ciplerden oluşan güvenlik eskortlarıyla tutuluyor. Yoldaki bir konaklama yerinde nereden ne alabiliriz diye bakınırken, ev sahipleri sürekli bilgilendiriyor: Nereden ne ihtiyacınız varsa alabilirsiniz. Hangi para geçiyor? Hiçbir para geçmiyor, misafirsiniz.

Gece yarısı Hewler’e varıyoruz. Aynı özenli ağırlama çabası burada da hakim. Sabah erkenden yola çıkıyoruz, Erbil’e uçakla gelenlerin de katılımıyla sayımız artıyor. Yola geldiğimiz otobüslerle değil, KYB yönetimine ait protokol araçlarıyla çıkıyoruz. Belki 50 araçlık bir konvoy çıktıyor ortay, eskortlarla beraber.

Hewler-Süleymaniye yolu: KDP-KYB işbirliği

Süleymaniye ile Hewler arasındaki yol pek iyi değil, iki şehri ve bölgeyi unutan gücün diyalog arzusunun azlığını gösteriyor belki de yolların hali, ama şikayetçi değiliz, herkesin aklında törenin yeri, biçimi, ne olacağı, olmayacağı, kimin geleceği, gelmeyeceği var. Süleymaniye’ye yaklaşıyoruz, bir noktada “Artık 20 dakika kaldı” bilgisi geldi. Ardından KYB yönetimine ait güvenlik güçlerini görmeye başladık. Yolları tutan zırhlılar, lüks cipler, tam teçhizatlı özel güvenlik birimleri; yaya olanların hepsi sırtlarını yola dönmüş: Açık bir mesaj, biz konvoyu koruyoruz. Hewler ve Süleymaniye yönetimleri, hedeflenen törenin güvenli biçimde gerçekleşmesi için yoğun bir işbirliği yapmış; Süleymaniyeli yetkililer ve görevlilerde de aynı güler yüz, aynı ağırlama heyecanı gözleniyor. Bu sürecin tamamına ermesini iki yönetimin de istediğini gösteriyor muhtemelen bu ilgi ve özen, ama aynı zamanda birçok konuda anlaşamayan üç Kürt aktörün anlaşabildikleri noktada işbirliği konusundaki becerilerini de gözlememize yol açıyor. KDP ve YNK’nin ulaşım-intikal ve tören yerinin çevre güvenliği konusunda işbirliği elbette PKK ile diyalog halinde şekillenmiş olmalı. Törenin yeri, PKK yetkilileriyle YNK yetkililerinin diyalogu sonucu seçilmiş.

Yolculuğun bu etabı da sürecin başarıyla tamamına ermesi halinde Kürtlerin kendi aralarındaki ilişkilerin de tıpkı Türkiye’deki gibi “çatışma ve şiddet” zemininden, “hukuk ve siyaset” zeminine geçebileceğini ve ek olarak da işbirliği ve diyalog kapılarının güçlü biçimde açılabileceğini işaret ediyordu.

Casene Kanyonu, mekansal sembolizm ve heyecanlı bekleyiş

Konvoyumuz bir kanyonun ağız bölgesine doğru yöneliyor; siperlikli bir oturma alanı hazırlanmış, servis-ikram çadırları, tuvalet bölümleri oluşturulmuş. Kanyon ve içindeki mağara sadece coğrafi güzelliğiyle değil, tarihsel değeri nedeniyle de bugün turistik bir mekân. Biz mağarayı göremiyoruz, kanyonun ağzından sahnenin kurulduğu yere kadar 60-70 metrelik dimdik bir merdiven taş merdiven iniyor.

Merdivenin bitiminden 20-30 metre aşağıdaki düzlükte sahne oluşturulmuş. Sahnenin sağında dev bir sitîl, kazan yerleştirilmiş. Sahne ve oturma bölgesine geçerken (Süleymaniye Asayiş birimleri tarafından) aranıyor ve uyarılıyoruz: “Kaka, telefûn qedexe ye.”

Bekleyiş başlıyor, başlarken bulunduğumuz yerin “değeri ve önemi” hakkında bilgiler alınıp verilmeye başlıyor: Kanyonun adı Soranca “Casene” yani kurmanci “Çapxana” yani “Basımevi.” Mağaranın adı da “Şikefta Casene.” İngilizler 102 yıl önce Süleymaniye’ye saldırdığında Şêx Mehmud Berzencî bu kanyonu üs haline getirmiş; özellikle direnişin basın-yayın faaliyetlerini buradan yürütmüş. 1923’te yayına başlayan “Dengî Heq” burada hazırlanıp basılmış. 1800’lerin başında buralarda yerel bir hükümranlık oluşturmaya çalışan Mirê Kor da orayı karargâh tutmuş. Peki mağara böyle bir “mücadele tarihine atıf” amacıyla mı kuruldu?

Hazırlık sürecini bilen bir kişi hayır diyor, çünkü güvenlik gerekleri sembolizmden daha önemli görülmüş. YNK yetkilileri, güvenlik açısından en uygun yer olduğunu söylemiş, PKK’liler de uygun görmüş. Şehre yani Süleymaniye’ye yakın ama dağa da yakın; gelip gidecekler için en uygun nokta.

Peki neyin güvenliği? Türkiye istiyor, KDP istiyor, YNK istiyor, PKK istiyor, tehdit ne? Bunu istemeyen her yerden, kimse bir isim ya da failden söz etmiyor ama istemeyen herkes sabote edebilir, güvenlik şart diyor.

Hasılı bir zamanlar birçok mücadelenin başladığı yerde şimdi bir mücadele biçiminin sonlandırılmasının töreni düzenlenecek. Yani failler, katılımcılar, gözlemciler, kim ne düşünürse düşünsün ister istemez her şey yoğun sembolik anlam dalgalarını davet ediyor.

Oturma düzeni, görmek isteyenler görülmek isteyenler

Bekliyoruz. Herkesin gözü kanyonun kapısında. Arada birileri oraya gidip geliyor. Söylenen saat (11.00) geçiyor, dakikalar geçmek bilmiyor.

İki gazeteci konuşurken biri, “Yıllardır hiç gelmesinler diye bekliyorduk, şimdi bir an önce gelseler” diyoruz. Gazeteciler içinde “devlete yakın”lar da var, uzaklar da var, hareketi devlet perspektifinden ya da başka eleştirel perspektiflerden daima eleştirmiş olanlar da var, “hareket müzahir” diye suçlu olarak görülenler de, Yeni Şafak da var, Haber Türk de, Aydınlık da var İlke TV de, aHaber de var Birgün de, tabii bağımsız da var bol bol. Ayrıca Avrupa’da gazetecilik yapan meslektaşlarımız ve dostlarımız da gelmiş.

Oturma düzeni ikiye ayrılmış: Sahneyi karşıdan gören iki sıralı bir “protokol” bölgesiyle, sol yandan göre ana oturma alanı. Bazı gazeteciler “protokol bölgesi”ne oturamamaktan şikayetçi, İrfan Aktan’la oraya gidip bir bakıyoruz, görülmek isteyenler için en iyi yer olduğu kesin ama görmek, izlemek isteyenler için en iyi yer değil.

Sahnenin arkasında bir pano var. Pano’da Abdullah Öcalan’ın son görüntüsünden bir protre konulmuş. Sonradan, her ayrıntının, her dakikanın Türkiye’den yetkililerle tartışılarak, müzakereyle kararlaştırıldığını öğreniyoruz. Bir ara bir Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağı görülüyor ama kısa süre sonra görülmez oluyor; hiçbir işaret, alamet olmasın kararına varılmış, ev sahipleri de bayrak gösterme hakkından vaz geçmiş gönüllü olarak.

Leyla Zana: Geçmiş 41 yılın ağırlığı ile gelecek 41 yılın umudu bir arada

Beklerken bir yandan siyasetçilerle konuşmaya çalışıyoruz. Çalışıyoruz diyorum çünkü herkes bunu yapmak istiyor yoksa siyasetçilerin konuşmaktan kaçması filan söz konusu değil. Ahmet (Türk) ağabeyi uzun süredir bu kadar güler yüzlü görememiştim, “Umutluyuz. İnşallah başarıya ulaşacak” diyor. Sırrı (Sakık) bey de öyle.

Leyla (Zana) ve Gültan (Kışanak) hanımlar yan yana oturuyor, “protokol”de değil, ana oturma bölgesinde. Gözleri dolu dolu ikisinin de. Leyla hanım, “Geçen 41 yılın acı, üzüntü ve kayıplarının ağırlığı üstümüzde, hiçbirini unutamayız ama gelecek 41 yılın daha iyi, özgür ve adil geçmesi için dua ve mücadele ediyoruz. Bir eşiğin tam ortasındayız” diyor. Geçmişin ağır yükü ve geleceğin ağır sorumluluğu herkesin üstüne çökmüş durumda, ama umut da çok güçlü.

Beklerken bir “iç nizam” oluşturulmak isteniyor, ayağa kalkmayın, slogan atmayın anonsları yapılıyor, Soranî, Kurmancî ve Türkçe.

Geliyorlar: 15 erkek, 15 kadın, bir işaret ve semboller

Saat 11.30’a yaklaşırken asayiş görevlileri arasında işaretleşmeler başlıyor. En önlerden bir kişi merdivenlerden yukarı koşmaya başlıyor, kanyonun ağzından sağa dönerek kayboluyor. Herkes anlıyor, gelmek üzereler. Fakat ilk çıkan üç kişi sivil, DEM Partili Tayip Temel ve tanımadığımız iki kişi.

Onlar aşağı indikten bir süre sonra kanyonun ağzında Bese Hozat beliriyor, arkasından Nedim Sever. Merdivenlerden tek sıra halinde, tam teçhizatla ve uzun, hızlı adımlarla iniyorlar. Sadece Bese Hozat’ta farklı giysi var, kalanlar kamuflaj giysileriyle gelmiş. Hiçbir işaret, alamet yok, flama yok, örgütün sembolü olarak görülen “puşî” ya da Kürtlüğün alameti “kesk û sor û zer” de yok. Sadece sağ göğüslerinin üstünde bir şeyin varlığı anlaşılıyor, yaklaştıklarında bir Öcalan rozeti olduğunu anlıyoruz. Kadınların hepsinin saçları tek örgü. Hepsinin yüzleri açık. Aşağıya inene kadar da indikten sonra da hiçbirinin yüzünde bir ifade değişikliği yok, kimse konuşmuyor da.

Asayiş görevlileri ne kadar istese de ayağa kalkmaya ve zılgıtlara engel olunamıyor. Yaklaştıklarında “Bijî Serok Apo” sloganı başlıyor, asayiş sloganı kendisinin kesemeyeceğini çok iyi bilse de “Yapmayın” diyor yine de. Slogan atanlar, Süleymaniye’den ve Avrupa’dan gelenlerle harekete yakınları katılmış olanlar. Her arada, sessizlikte slogan tekrarlanıyor. Kimse başka slogan atmaya çalışmıyor, aslında bu kararlaştırılmış değil, fakat “slogan yasağı” açıklamasını gözeterek kendiliğinden bunda karar kılındığını anlıyoruz.

Bese Hozat Türkçe metni okuyor.

Nedim Seven Kürtçe metni okuyor.

Alkış ve sloganların yanı sıra hıçkırıklar duyulmaya başlıyor.

Bese Hozat kalkıyor, kazanın başına gidiyor, kalaşnikofunu içine atıyor, sağ taraftaki boş alana yöneliyor. Bir kişi kol uzunluğunda iki tahta parçasıyla kazanın başına gelip beklemeye başlıyor, meşale olarak kullanılacak. Besê Hozat kazanın başından ayrıldıktan kısa bir süre sonra dönüp rext’ini çözüyor, kazana yerleştiriyor. Peşinden herkes sırayla aynısını yapıyor. Silahlar “atılmıyor” özenle yerleştiriliyor, birisinin silahı kayıp görünmez hale geliyor, dönüp düzeltiyor. En son atılan bir makinalı tüfek. PKK envanterindeki “ana silahlar” seçilerek getirilmiş, diyor izleyenlerden biri. Son kişi de silahlarını kazana atıp sağ taraftaki “Rahat” pozisyonuda bekleyen arkadaşlarının yanına geçiyor. Örgütün bayrak, flama ve sair sembolleri yok ama davranışlar, duruşlar, her şey yine de sembolik bir katman olduğunu gösteriyor. Aslında sayıları da buna dahil; baştan yirmi kişi düşünülmüş, sonradan Öcalan’ın müdahalesiyle otuz kişide karar kılınmış. Kadın ve erkek sayısının eşit olması zaten hareketin cinsiyet politikalarının sembolik bir dille tekrarı; “en üst düzey komutan” olarak bir kadının gelmesi de öyle. Düşünülmüş müdür düşünülmemiş midir bilmiyorum ama ortada bir “yakma” eylemi yani ateş de olduğuna göre, 30 sayısı ister istemez Simurg çağırışımı yapıyor, otuz kuş. Yani Zümrüdü Anka, küllerinden doğan. Şahname’ye göre Simurg, Albruz dağlarında (ölüme) terk edilen Zal’ı görünce üzülür, alıp yuvasına götürür, besler büyütür. Zal artık tek başına yaşayabilecek ve babasının yanına dönebilecek kadar güçlüdür. Zal, malum efsanevi Rüstem’in babasıdır. Zaloğlu Rüstem yok oluşun eşiğinden güçlü bir mücadele figürüne dönüşür böylece efsaneye göre. Öyküde elbette Simurg yok olmaz ama Zal artık varlığını/soyunu sürdürebilecek kadar güçlenmişse onun sayesindedir. “Bunları hiç düşünmemişlerdir, senin kuruntun” diyeceksiniz, haklısınız ama efsaneler, semboller düşünülmeden de iş başında kalırlar, anlamaya ve anlatmaya yararlar.

Yanan silahlar, gözyaşları ve bir yorum: Tazî çûn

İlk silah atıldıktan sonra iki büyük tahta parçasıyla bir kişi gelip kazanın başında beklemeye başlamıştı. Son silah atılınca bir bidonla petrol dökülüyor. Besê Hozat ve Nedim Seven geliyor, her bir meşaleyi biri alıyor ve kazanı tutuşturuyor. Çek û rext dolu kazan kısa sürede alevleniyor tamamen. Silahlar ateşe verildiğinde grup dönüp tek sıra halinde merdivenlerden yukarı yöneliyor; koşar adım (cebri yürüyüş) ile gelen otuzlar, rahat adımlarla dönüyor.

Silahların “ortadan kaldırılması” için birçok yol tartışılmış, gömme dahil. En sonuna (elbette tüm kararlarda olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti devleti yetkilileriyle uzlaşmayla) “ateşte eritme”ye karar verilmiş. Sembollerin dili susmuyor hiç: Ünlü etnogenetik hikayeye göre Kürt kavmi oluştuktan sonra Demirci Kawa demiri eriterek silah yapmış, o silahlarla zalim Dehak yok edilmişti. Şimdiyse “eritme” prosedürü tersine işliyor, “Kürt özgürlük mücadelesi” yürüttüğünü dile getiren örgüt, silahları eritip “demir” yapıyor. Barış arzu ve iradesinin belki de en güçlü işaretidir bu. (Ve elbette bu böyle düşünülerek yapılmıştır demiyorum, efsane bunu böyle konuşmayı mümkün kılıyor.)

Ağlayan çok. Fenalaşanlar var. Beyaz başörtülü kadınlar, “barış anneleri” de ağlıyor. Cengiz Çandar’ı görüyorum, yanına gidiyorum, “Yaşlanınca sulu gözlü mü oldum yoksa gerçekten çok mu etkileyiciydi” diyor. Ben bir şey demeden, “Gazeteci olarak bana ne gördün tek kelimeyle ne gördün diye sorsan, “Vakar” derim” diye ekliyor. Olan biteni anlatırken Yıldıray Oğur da “Dağ başında vakur bir veda” başlığını kullandı, bu sohbetten hiç haberi yokken.

Grup merdivenlerden çıkıp kanyonun ağzından sağa, mağaranın olduğu tarafa yönelip kayboluyor. Müslüm (Yücel) ile göz göze geliyorum, boşluğa bakar gibi bakıyor bana önce, sonra gözlerimin içine bakıp, “Tazî çûn” diyor. Metaforlar da mitolojiler ve semboller gibi beklenmedik çarpıcı etkileri var. İzleyicilerin derinden etkilenmesi, sadece PKK’liler ya da yakın duranların değil ama yansız ya da hatta karşıt olanların bile atmosferi etkileyici bulması sembollerin gücüyle yakından bağlantılı. Müslüm’ün sözleri aklıma doğrudan Alişan Bey’in katli üzerine söylenen ağıtlardan birindeki girişi getiriyor:

“Hespê Mîrê min qir û tazî

Giran giran bikşînin ser kurna mazî

Çiqa ku li rûyê dinê digerim

Malê dinê alemê gîştîyê bidin

Feleka qehpe nabî razî”

Binicisiz kalmış at, koşumsuz, çıplak. Sakince yatıştırmak, çeşmeye götürüp su vermek gerek. Yabanlık ve tehdide açıklık demek tazî. Başka bazı Koçgiri ağıtlarında da “marê tazî” ve “ceylana tazî” imgeleri vardır; açık hedef niteliğindeki birilerini ifade etmek üzere kullanılır. Silahların “giysi” metaforuyla anılması hem bedenin hem de varlığın korunması için yani savunma için kullanılmasıyla bağlantılı. O halde “tazî” kalmayı kabul etmek, göze almak silahsız iken artık tehlike altında olmama umuduyla, beklentisiyle yakından ilgili. Öyle mi olacak? Yani bu süreçle gelecek barış, savaşanlar dahil herkesi güvenceye kavuşturabilecek mi? Meselenin geleceğini konuşurken, elbette sadece 11 Temmuz’da silah bırakan otuzların (Kendilerine “Barış ve Demoktarik Toplum Grubu” diyorlar) değil, herkesin güvenceye kavuştuğu “demokratik ve hukukun üstünlüğüne dayalı barış” umudu var. Bu umutla silahlarından soyunuyorlar. İşin bundan sonrasını bol bol konuşacağız, şimdilik Casana’daki sahneyle sınırlı kalalım bu yazı itibarıyla.

Silah bırakan Kürtler, silah hakkın kazanan Kürtler

Bildiride ne söylendi? Neyi nasıl anlamak lazım? İzninizle bu kısmı daha sonraya (belki yarın, belki öbür gün) bırakıp “sahne” üzerinde biraz daha durmak istiyorum:

Casene güvenli bir yer olduğu için seçildi dedik, ama elbette bugün bir gerilla mekânı değil, bir turistik mekân. Kürtlerin tarihi serüveni içinde, Irak’taki aktörlerin mücadelesiyle oluşan Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde artık savaş değil barış hakim. Yani sahne aynı zamanda Türkiye dışındaki Kürtlerin mücadelelerinin özgürleştirdiği bir mekanda kuruluyor ve orayı özgürleştirici failler KDP ve YNK, hedefi (elbette hukuk ve demokrasi eşliğinde) barış olan bu sahnenin güvenle kurulup törenin tamamlanması için ana aktörlere canla başla yardımcı oluyor. Ana aktörler yani Bahçeli’de kişiselleşerek öne çıkan Türkiye tarafı ile Öcalan’da kişiselleşerek öne çıkan PKK tarafı. Laflara hiç bakmadan, onları hiç konuşmadan, bu sembolik törenin açık hedefi sağlandığında Sadece Türkiye’deki “Türkler ve Kürtler” değil, Türkiye ile doğal olarak ilişkileri olan KDP ve KYB ile bölgelerindeki Kürtlerin hem birbirileriyle, hem de Kuzeydeki akrabalarıyla daha çok “barış” içeren bir safhaya geçeceğini ummak; en azından sahne bunu güçlü bir potansiyel olarak kuruyor. Çünkü 11 Temmuz’da Kuzey Kürtlerinin silah bırakmasını güvenceye alan yardımcı güç, güneyli Kürtlerin artık tamamen meşru kabul edilen silahlarıydı. 11 Temmuz’da silahtan soyunan 30’ların büsbütün “çıplak” kalmamasını sağlayan şeylerden biri de buydu. Belki bildirinin içeriğinin bir yönünden burada bahsetmek yerinde olacak: Bildiri, silah bırakmayı bir güçsüzlük olarak görmüyor, tersine gücüne güvendiği için silah bırakmaya karar verdiklerini dile getiriyor. Silahların gücünden vaz geçiliyor çünkü silahsız kalma gücüne sahip olunduğuna inanılıyor. Zal artık tek başına yaşayabilir, zaten Rüstem’in de zamanı gelmiş durumda.

Bitirirken: Kaygı doğal, Kuşku hak ama silah bırakma muhteşem

O yaz, PKK Şemdinli ve Eruh’ta ilk silahlı saldırıları yaptığı yaz liseyi bitirmiş, fakülteye kayıt yapmaya hazırlanıyordum. Sonrasında her yıl, her mevsim, her ay, her gün her şey bu çatışmanın etkisi altında yaşandı.  O günden bugüne geçen 41 yılın hepsinde bu silahların gölgesi var. Ortaokul ve lise yıllarında yakın muhabbetimiz olan bir arkadaşım, geçen yıllarda birdenbire benimle bütün ilişkilerini kesti. Sonradan öğrendim ki kardeşi askere gitmiş, PKK ile çatışmada can vermişti. Elbette arkadaşım bir Kürt düşmanı olmamıştı elbette bir faşist falan asla değildi ama şehit kardeşinin acısı, onu Kürt meselesini soğuk kanlı biçimde tartışma imkanından yoksun bırakmıştı. Silahın kalkması elbette arkadaşımın kardeşini de dağda ölen başka bir kimseyi de geri getirmeyecek ama bu ölümlerin davet ettiği düşmanlık ve iletişimsizlik ortamını sağaltmaya yarayacak. Bugün sürece şehit kültü üzerinden karşı çıkmaya çalışan siyasilerin yaptığı yeni şehitler için mezar kazmaktan başka bir şey değil; bu da bir siyaset elbette ama ölüm siyaseti.

Türkiye’nin son 10 yılını kat eden, olağanüstü hal hukukunu esas alan otoriter merkezileşme de bu silahları “terör” maymuncuğunun yardımıyla temel bir gerekçe olarak kullandı.

Şimdi bu devrin kapandığı söylemek artık mümkün. Elbette, “Bu iş tamama ermez, erse de kimseye faydası olmaz” diyenler toptan yanılıyor filan demek istemiyorum, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Temmuz’daki sözleri ile Abdullah Öcalan’ın açıklamaları ya da örneğin 11 Temmuz’da okunan metin arasındaki uçurumlar, her türlü kaygı ve kuşkunun haklı olduğunu, demek ki her türlü eleştiri ve itirazın makul ve meşru olduğunu kabul etmemizi gerektiriyor. Konuşmak, tartışmak ve çalışmaktan vaz geçilemez bu yüzden.

Bu yazı işi kavramsal olarak ele alan, analiz peşinde koşan bir yazı değil, gördüklerimi, şahit olduklarımı kendimce dile getirmeye çalıştım, belki bir şahitlik değeri olabileceği umuduyla. Bildirinin içeriğinde hiç girmedim mesela, ama bildiriye, Erdoğan’ın sözlerine ve devamında çıkan tartışmalara dair yazmaya devam edeceğim. Şimdilik şununla bitireyim: Türkiye’de bütün bu meseleleri silahlardan arınmış biçimde konuşacak, tartışacak hale gelmenin değerine paha biçmek imkânsız, o nedenle tüm kaygı ve kuşkulara rağmen 11 Temmuz’da otuzlarla başlayan “silah bırakma”nın tamamına ermesini kişisel olarak canı gönülden diliyorum.

Kolay günler gelmeyecek, mücadele mecburiyeti bitmeyecek, PKK silah bıraktı diye devlet “iyi” bir devlete dönüşmeyecek; silah olmadan hakkın, hukukun, adaletin, emeğin ve değerlerin mücadelesi için daha çok çalışmak gerekecek. O nedenle silah bırakma tartışmasıyla diğer tartışmaları birbirinin engeli haline getirecek her şeyden uzak durmak gerek bana göre.

0
mutlu
Mutlu
0
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
vir_sl_
Virüslü
Silah bırakma arzusu, silah bırakma gücü « İlke TV
Yorum Yap

Tamamen Ücretsiz Olarak Bültenimize Abone Olabilirsin

Yeni haberlerden haberdar olmak için fırsatı kaçırma ve ücretsiz e-posta aboneliğini hemen başlat.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Giriş Yap

Dersim Haber ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin