Türkiye Cumhuriyeti, homojen bir toplum üzerinden kurulmuş bir ulus-devlet olmadığından hemen her şeyi ulus-devlet formatına benzese de özünde ondan farklı kozmopolit bir imparatorluk toplumudur. Kurucu babalar cumhuriyeti kurarken tabii ki bunun farkındaydılar ama toplumdaki farklı kimliklerin zamanla Türk ve Sünni kavramları etrafında asimile olacaklarını varsayarak yürüdüler. Geldiğimiz yer ise ortada!
Anayasa mahkemesinden tutun, mahkemelere, üniversitelere, meclise, yerel yönetimlere kadar her şey kitabına uygun bir biçimde yasalara göre çerçevelenmiş olmasına rağmen neredeyse hiçbir şey bu yasalara uygun yürümemekte. Gücü elinde bulunduranlar yasaları, teammülleri ve kuralları istedikleri gibi eğip bükebiliyorlar. Bu nedenle de Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala gibi sayısız insan uzun yıllardır tutsak. Keyfi bir yönetim, üstelik de şimdi değil neredeyse kurulduğundan beri iktidarda.
Peki ama neden? Bu toplum onca tarihi başarılara ve önemli değerlere sahip olduğu halde neden demokratik bir yönetim kuramadı?
Ben kestirmeden cevabını vereyim. “Kürt sorunu” denilen sorun yüzünden! Toplumun önemli bir kesimini yok sayan, daha doğrusu onların bir halk olarak kendi dilleri, tarihleri, gelenekleri ve kültürleri olduğu halde bu gerçeği görmeyen, görmek istemeyen bir devlet aklının varlığı bu ülkenin demokratik bir biçimde yönetilmesini istemedi. Onun için günün modasına uygun bir devlet kurdu ama bu devletin dayandığı tek bir ulus olmadığı için de bir ulus yaratabileceğini düşünerek davrandı. Herkesin Türk olması gerektiğini söylemedi ama “ne mutlu Türküm diyene!” diyerek bir Türk ve Sünni ortak payda kurabileceğini düşündü. Ama olmadı!
Nereden mi anlıyoruz? Çünkü bu imparatorluk toplumunun farklı kimlikli toplumlarından Kürtler ve Aleviler bu hikayede kendilerine yer bulamadılar da ondan. Ne Kürtler Türk oldu, ne de Aleviler Sünni! Her iki topluluk da (tabii ki başkaları da var kuşkusuz).
Şimdi güneşin altında yerlerini istiyorlar ve Türkiye bu taleplerle bocalıyor.
Bugünlerde konuştuğumuz “süreç” işte böylesine bir eksikliğin giderilmesi çabasıdır. Ülkede gerçek anlamda bir “demokrasinin” olabilmesi büyük ölçüde bu sürece bağlıdır. Onun için de ülkede “demokrasi” yerine keyfi bir yönetimin devamından yana olanlarla gerçek bir demokrasi görmek isteyenler arasındaki kavga bu süreçte de hızlanarak devam ediyor. Meclis’te kurulacak “Komisyon” da bu kavganın başlangıç noktalarından biri.
Kimileri diyor ki bu meclise fazla anlam yüklemeyin. Bu meclis daha çok “teknik” bir meclis olacak ve daha çok “silah bırakma” ve gerillaların yurda dönüşü, hasta tutuklular gibi konularda düzenlemeler yapacak ve düzenlemelerin yasalaşmasını sağlayacak. Hepsi bu!
Doğrusu siyasi iradenin böyle tecelli etmesi yine de çok kıymetli ve o nedenle de desteklenmeli. Ama unutmamak lazımdır ki Kürt sorunu bundan ibaret değildir. Yukarıda altını çizdiğim gibi “Kürt sorunu” Türkiye toplumunun gerçek bir demokrasiye sahip olup olamayacağını da belirleyecek önemde bir sorundur. Bu toplumun gerçek bir hukukla yönetilmesi, kurulan ya da kurulacak bütün toplumsal mekanizmaların tüm toplumu kuşatacağı ve keyfi hiçbir tavra izin vermeyeceği bir sistem oluşturulabilmesi için gerekli en önemli mesele “demokrasinin” inşasıdır. Kısacası Kürt sorununu çözemeyen bir Türkiye asla demokratik bir ülke olamayacaktır.
Tabii günü geldiğinde tartışacağız nasıl bir demokrasi diye. Şu anda neredeyse anlamı sadece ve sadece “sandık” olan, sandıkta ise biz seçtiğimizi düşünürken bizden önce birilerinin seçtiği kişilerin bizi yönetmesi şeklinde bir anlam dünyasına sahip olan “demokrasi” değil bizim düşlediğimiz. Bizim düşlediğimiz “yerelden” başlayan ve yeni bir hayat öneren yeni bir demokrasi anlayışı. Zamanı geldiğinde bunları tartışacağız.
Yazımı bitirmeden önce şu soruyu sormalıyım: Bu komisyon meselesinde, komisyonun Meclis TV’de canlı yayın yapmasının herkesin eteğindeki taşlarının dökülmesine katkısı olabilir mi? Kamerayı görenin kendi seçmen kitlesini düşünerek konuşacağı, bu nedenle de komisyonun bir gösteri alanına dönüşebileceği uyarısını anlıyorum. Ama bunun bile demokrasinin gelişmesinde bir tür “hakikatler komisyonu” işlevi görme olasılığı yok mu sizce? Mesela Erdoğan’ın “beyaz toroslara, faili meçhullere, köy yakmalara” referansla konuşması Kürtlere yapılan onca zulmün geniş kitlelerce öğrenilmesi ülkedeki demokrasinin gelişimi açısından anlamlı olmaz mı?
Siz de düşünün derim!