Tarihçi-yazar Erdoğan Aydın’ın son kitabı “Yanlış İliklenen Düğme: Geçmişle Gelecek Arasında Cumhuriyet” bizi Türkiye’de demokrasi mücadelesinin ilk yıllarına götürüyor. Aydın, 1921 Anayasasının çoğulculuğunun, Birinci Meclis’in kapsayıcılığının nasıl Türk, sünni ve sermaye eksenli bir cumhuriyetin inşasına evrildiğinin tahlilini yapıyor. Aydın, kitabıyla ilgili İlke TV’nin sorularını yanıtladı.
İşte sorular ve cevaplar:
Cumhuriyetin 100. yılında en çok sorulan soru demokratik cumhuriyetin neden inşaa edilemediği sorusuydu. Bir anlamda kitabınız bu soruya yanıt veriyor. Tarihin kritik dönemeçlerinde hangi siyasi amaç ve planların yapıldığına belgelerle de ışık tutuyorsunuz. Kitapta cumhuriyetin kuruluşundan bugüne uzanan meselelerin 100 yıllık muhasebesini yapıyorsunuz diyebilir miyiz?
Tam da bunu yapmaya çalıştım. 100. yılında Siyasal İslamcılık tarafından ele geçirilmiş, kendi kuruluşunu bile kutlayamayan ama aynı zamanda geçen 100 yılın bütününde de halkına gerçek anlamda bir demokrasi, gerçek anlamda bir laiklik, gerçek anlamda bir yurttaşlık verememiş olan bir cumhuriyetin değerlendirilmesi gerekiyordu. Cumhuriyetçiler, Atatürkçüler bu değerlendirmeden kaçıyorlar. Tam tersine alkış ve hamasetle işi geçiştirmeye çalışıyorlar. İslamcılar ise bu cumhuriyeti paranteze almaya, tekrar bizi Osmanlı’ya götürmeye çalışıyorlar. Oysa bu memleketin 100 yıl boyunca ezilen, kimlikleri inkar edilen, sınıfsal hakları reddedilen, çok ciddi bir mağdur kesimi var. Bu mağdurların gözüyle peki bu yüzyıl neydi? Bu yüzyılın başında hangi imkanlar vardı? Bu yüzyılın sonunda neredeyiz? Muhasebesini yapmak lazımdı. Bunu da ancak mağdurlarla özdeşleşen insanlar, düşünürler, tarihçiler yapabilirdi. Değim uygunsa benim bu çalışmam bu ihtiyacı karşılamaya yönelik bir çalışma oldu ve görebildiğim kadarıyla da en azından adına konuştuğu insanlardan, çevrelerden çok olumlu tepkiler aldı.
Söz konusu 1921 Anayasası’nda Yerel yönetim özellikleri bugün Avrupa Birliği’nin düzenlediği yerel yönetim özerklik şartından daha geniş, daha derin, daha güvenceliydi. Fakat ne yazık ki bu duruma uygun güç ilişkileri yoktu.
Kitabınız adı “Yanlış İliklenen Düğme” çok şey ifade ediyor aslında. Cumhuriyetin kuruluş yıllarına gittiğimizde ilk düğme nerede yanlış iliklendi?
Bu topraklarda devletin hep egemen olduğu siyaset geleneği düğmenin hep yanlış iliklendiğine işaret ediyor. Ama Cumhuriyet’in öncesi 2-3 yılda en azından bu durumun düzeltilmesi imkanı çıktı. Neler oldu? Aşağıdan yukarı seçilmiş bir meclis oluştu. Bu meclis işgale karşı mücadele etti. Bu meclis uzun tartışmalar sonucunda ilk defa aşağıdan yukarı bir siyaset kurmak gerektiğini anlatan 1921 Anayasası’nı oluşturdu. Ve bu anayasada bize bir dizi önemli taahhütlerde bulundu. Ne dedi? Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir dedi. Halk egemenliği doğrudan kendisi kullanır dedi. Yani siyaseti ilk defa tersine ama demokrasiye doğru tersine çevirdi. Bunları yapan meclisin niteliğiydi. Bu mecliste sermayenin temsilcileri yanı sıra emeğin, işçi sınıfının temsilcileri komünistler vardı. Keza bu mecliste kemalistler, yanı sıra liberaller, muhafazakarlar vardı. Bu mecliste Türkler yanı sıra Kürtler, Lazlar, Çerkezler vardı. Bu mecliste Sünni temsilciler yanı sıra Alevi temsilcileri vardı. O andan itibaren bile çok ciddi bir demokrasi imkanı, çoğulculuk imkanı, bu toprakların sosyolojisine uygun bir siyasetin pekala yapılabileceğini gösteren bir 2-3 yıl yaşadık. Bu 2-3 yıl içinde çok sorun vardı ama en azından çerçevesi demokratikti, laikti, vatandaşlık eksenliydi. Söz konusu 1921 Anayasası’nda Yerel yönetim özellikleri bugün Avrupa Birliği’nin düzenlediği yerel yönetim özerklik şartından daha geniş, daha derin, daha güvenceliydi. Fakat ne yazık ki bu duruma uygun güç ilişkileri yoktu. Yani ittihaçlıktan gelen, orduya hakim, bürokrasiye hakim, ideolojik olarak netleşmiş bir ekip vardı. Bunlar azınlıktaydılar. Ama azınlıkta olmalara rağmen örgütlüydüler, güçlüydüler. Buna karşı Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların, Alevilerin, farklı kesimlerin emeğin temsilcileri ise mecliste varlardı. Çata çat mücadele ediyorlardı. Milli mücadeleyi de birlikte yürütüyorlardı. Ama ne yazık ki hem kendi aralarında hem kendi içlerinde bu söz konusu bürokrat subaylar gibi örgütlü ve oluşmuş netleşmiş bir ideolojik formasyonları yoktu ve parça parça yenildiler.
Aslında bu dönemin kodlarına uygun davranılsaydı, Erzurum Kongresi 1. maddesinden tutun, Amasya protokollerine, 1921 Anayasası’na, Misak-i Milli’nin gereklerine yani ortaklıkla oluşmuş olan tüm taahhütnamelere uygun davranılsaydı sonraki dönem gerçekten demokratik, çoğulcu, laik ve emeğinde kendini savunabileceği bir cumhuriyet, yani gerçek bir cumhuriyet olacaktı. Cumhuriyet, ittihatçıların yenildikleri için yarım kalmış işlerini tamamlayan bir şeye dönüştü. İlericilik, gericilik üzerinden anlatılan ve bugüne kadar maalesef hepimizin kafasına bir şekilde tıkıştırılmış olan o yanlış algıyı silkip atmak lazım. Çünkü silkip atmazsak ne bugünkü İslamcı tahakküme karşı doğru düzgün bir demokratik perspektif üretebiliriz ne de geçmişteki cumhuriyete, otokratik cumhuriyete, demokratik olmayan, gerçek anlamda cumhuriyet olmayan cumhuriyete karşı gerçek bir demokratik cumhuriyet inşa etme şansımız olmayacaktır.
Demokrasi dediğimiz eğer çoğulculuksa, Birinci Meclis’te çoğulculuk vardı. Farklı siyasi görüşler kendilerini mecliste temsil ediyorlar ve karar süreçleri gerçekten tartışılarak alınıyordu. Oysa 1924’ten sonraki meclislerde bu ortadan kalktı.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde yaşananlar tarihsel koşulların doğal sonucu olarak değerlendiriliyor. Siz ise başka türlüsü mümkündü diyorsunuz. Yani bu olanlar cumhuriyetin kurucu kadrolarının bir tercih miydi?
Aslında mümkün olan bir şeyi bilinçli olarak yolundan saptırdılar. Koşullar değil tercihler. Çünkü tercihler de ordu ve bürokraside yani devletin yönetici kadrolarında hakim olan kadro ve ideolojik formasyon, idealler bu düğmenin yanlış iliklenmesini zorunlu kılıyordu. Çünkü düğmenin doğru iliklenmesi metaforunu ben demokrasi olarak kodluyorum. Dolayısıyla da bunun böyle yapılmasının engellenmesi, bu hayalin, bu imkanın çalınmasını da yanlış ilikleme olarak bir tercihe bağlıyorum. Şimdi kaba materyalist bir yerden baktığımızda şu çok rahat itibar görebiliyor. O gün koşullarda sanayi mi vardı? O gün koşullarda şehirleşme ne kadardı ki? Nüfusun yüzde 80’i köylüydü ve dolayısıyla böyle bir şey olmazdı. Demokrasi dediğimiz şey antik Yunan’da bile olur. Demokrasi dediğimiz şey tarihin çok derinliklerinde bile olur. Demokrasi dediğimiz eğer çoğulculuksa, Birinci Meclis’te çoğulculuk vardı. Farklı siyasi görüşler kendilerini mecliste temsil ediyorlar ve karar süreçleri gerçekten tartışılarak alınıyordu. Oysa 1924’ten sonraki meclislerde bu ortadan kalktı.
Türkiye solu maalesef Kemalizmin ilericilik, gericilik üzerinden anlattığı hikayeye adeta koltuk değneği oluyor. Ve bu solun sol olabilmesini, enternasyonalist olabilmesini engelleyen çok ciddi bir deformasyon örneği oluşturuyor.
Cumhuriyetin kuruluş sürecinde ve ilk yıllarında farklı kimliklere, farklı inançlara ve emek mücadelesi yürütenlere yönelik “iç düşman” siyaseti güdüldüğünü ve bunun üzerinden bir tasfiye yapıldığını söylüyorsunuz… Bu “iç düşman” kavramını biraz daha açabilir miyiz?
İzmir’de Yunan işgali yenildikten sonra o rahatlığın verdiği atmosferle Halide Edip Adıvar Mustafa Kemal’e “Artık dinlenirsiniz paşam” diyor. Mustafa Kemal ise “Ne dinlenmesi asıl şimdi başlayacağız” diyerek yanıt veriyor. “Ne demek, niye şimdi başlayalım? İşte düşmanı yendik artık memleketi kuracağız” diye soran Halide Edip Adıvar’a Mustafa Kemal “Peki ya bana karşı çıkanlar?” diyerek yanıt veriyor. Mustafa Kemal önceki dönemde mecliste kendisine itiraz etmiş olanlara karşı bu agresif tepkiyi veriyor. İçerideki muhalifi düşman, kafir veya vatan haini gördüğünüz zaman, siz kendinize kullanmaya hak gördüğünüz yetkileri muhalifinize vermezsiniz. Mesela muhalifler ikinci meclis seçimine gitmeden önce diyorlar ki, 1876’da Mithat Paşa döneminde yapılmış olan seçim sistemini değiştirelim. O dönem ilericiydi ama bugünkü koşullarda bu meclis halkın temsilini sağlamaz diyorlar. Ancak bu seçim sistemi değiştirilmediği gibi bir de üstüne Hıyaneti Vataniye Kanunu’na bir ek konuluyor. Ve o ekte de muhaliflerin vatan hainliği ile yargılanabileceği bir tehdit atmosferinde meclis seçime gidiyor. Ve ne oluyor? Bütün seçilenler, hepsi Mustafa Kemal’in az önce işaret ettiğim o eleğinden geçmiş, onayından geçmiş insanlar. Peki bunlar gerçekten yerelin temsilcileri mi? Mesela Diyarbakır’ı Diyarbakırlar mı temsil ediyor? Hakkari, Hakkari… Hayır.
1924 Anayasası herkesi Türk ilan ediyor ve Türklük üzerinden vatandaşlık haklarının tanımını yapıyor. Bunun yanı sıra bütün Kürt dillerindeki memurların Kürtlükten arındırılması konusunda kararnameler çıkıyor.
Kitabınızda Şeyh Said’in bir neden değil sonuç olduğunu söylüyorsunuz. Buradan yola çıkarsak Kürtlerin cumhuriyetin kuruluş sürecindeki tasfiyesi nasıl gelişiyor?
Resmi tarih şöyle anlatır: Aslında biz ne güzel demokratik bir yolda ilerliyorduk ama Şeyh Şaid ayaklandı, mecburen Mustafa Kemal de Kürtlere verdiği sözlerden vazgeçmek zorunda kaldı. Bu hikayenin bir başka versiyonu Alevi Kürtler için de anlatılır. Orada da işte Dersim’le aslında hiçbir sorunumuz yoktu ama işte Seyit Rıza kendi ayrıcalıklarını, feodal ayrıcalıklarını korumak için ayaklanınca mecburen istenmeyen şeyler de oldu. Oysa gerçek öyle değil. Başta Mustafa Kemal’in ayağını sağlam bir yere basacak yeri yok. İngilizlerin dayattığı bir statü, Yunanların işgali, Sevr’de bir görüşme düzeni var ve o düzene karşı Kürtlere dayanılmak zorunda. Dolayısıyla Kürtlere bir dizi resmi belgede çok açık net taahhütler veriliyor.
İkinci dönemde ise artık Lozan’da İngilizlerle şöyle bir anlaşma yapılıyor. Musul tamam senin ama buna karşı Kürt halkının dörtte üçüne yakını bana kalacak. Onları da ben Türkleştireceğim. Sen de buna Milletler Cemiyeti nezdinde veya var olan güçlerinle itiraz etmeyeceksin. Sen de istediğini Araplaştırırsın diyen bir anlaşma üzerinden bir sınır çiziliyor.
Birinci adımda aslında Kürtlerden vazgeçilmiş vaziyette. İkinci adımsa 1924 Anayasası. 1924 Anayasası herkesi Türk ilan ediyor ve Türklük üzerinden vatandaşlık haklarının tanımını yapıyor. Bunun yanı sıra bütün Kürt dillerindeki memurların Kürtlükten arındırılması konusunda kararnameler çıkıyor. Ve giderek Kürtlerin varlığının inkar edildiği, Kürt temsilcilerinin meclise girmesinin engellendiği bir kuşatma hali oluyor. Ne sayesinde? Uluslararası statükoya sırtını dayama sayesinde. Yani ortada Şeyh Said yokken Kürtlerin inkarı gerçekleşmiş vaziyette. Şeyh Said tamamen bir sonuç ve neyin sonucu? Kürdün inkar edildiği, geçmişteki milli mücadelenin sadece Türklerin ulusal kurtuluş mücadelesi olarak anılmaya başladığı ve dolayısıyla da geleceğin Türkiye’sinde, daha doğrusu o anın Türkiye’sinde sadece Türklerin hak kullanabileceği, diğerlerine düşen tek hakkın kölelik hakkı olduğu, asimilasyon hakkı olduğunu ilan eden devlet aklına bir itiraz olarak gerçekleşmiştir. Üstelik şöyle de bir şey var. Şeyh Said ayaklanmaya kışkırtıldı diyorum ve kitabımda ispat ediyorum. Bizzat resmi belgelerle gösteriyorum. Bununla yetinmeyip aynı zamanda şuna işaret ediyorum. Şeyh Said üzerinden sadece Kürtlerin gerçek anlamda bir kırıma uğratılması, sürgüne uğratılmasıyla yetinilmiyor. Aynı zamanda Ankara’nın İstanbul’un da dizayn edilmesi sağlanıyor. Şeyh Said üzerinden bütün memlekette Takrir-i Sükun sessizlik yasası çıkartılıyor. Ve o sessizlik yasasında İstanbul’daki tüm basın yayın kuruluşlarının hepsi kapatılıyor. Ankara’da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılıyor. Aslında bir taşla vurulabilecek tüm kuşlar vuruluyor. Kürtlük yasak, Çerkezlik yasak, Alevilik yasak bir memleket inşa ediliyor. Oysa aslında başta söylendiği gibi biz Kürtler ve Türkler hattında yola devam edilseydi Türkiye, belki de dünyanın en geniş demokratik ülkelerinden biri olacaktı.