Ne zaman iktidardan sürece dair adım atması istense, ne zaman iktidarın atmadığı adımlar yüzünden sürecin ilerleyemediği dile gelse, ne zaman iktidardan beklenilenlere dair sesler yükselse, iktidar cenahından “PKK çağrıya uysun, kongresini toplasın, silahları bıraksın” sözleri yükseliyor. Bu silah bırakma meselesine adeta bir tür “talep savar” rol yükleniyor.
Oysa her gelişmede hızlı ilerleyeceği duyurulan süreç başlayalı 6 ay oldu. Sürece dair eldeki tek yazılı mutabakat vasfına sahip olan “Barış ve Demokratik Topluma Çağrı” başlıklı deklarasyon okunalı ise 2 ay olacak. Çağrının hemen ardından yaşanacağı söylenen “hızlı gelişmeler” henüz yaşanmadı. Çağrı ardından yaşanan en hızlı somut gelişme PKK’nin çağrıya yanıt olarak ilan ettiği ateşkes oldu.
27 Şubat deklarasyonunda işaret edilen çağrının gereklerine uygun girişimlere bu iki ayda nerede ise hiç rastlayamadık. Elde; PKK tarafından ilan edilmiş bir ateşkes, DEM Partinin deklarasyonu halka anlatma çabasını içeren bir dizi toplantı, CHP’li belediyelere ve HDK’lilere yönelik gerçekleşen operasyon, Diyarbakır’da yaşayanların her gün tanıklık ettiği savaş uçakların sesi ve süren askeri operasyonlar, Suriye’de Rojava hattında ortaya çıkan De facto kazanımların dağıtılmasına dönük pazarlıklar, bir ton diplomatik oyunlar var.
Bir mutabakata dayandığı açık olan deklarasyonun içerdiği çağrı ve bu çağrının gereklerine uygun sorumlulukları adeta görünmez kılan bir pratik politika üretiliyor.
Oysa ilgili deklarasyon;
1) İçinde olunan süreci “Barış ve Demokratik Toplumu İnşa” süreci olarak tanımlıyor. Eğer bu metin bir mutabakatı içeriyor ise -ki devletin noktasına virgülüne kadar onayından geçerek okunmuş bir metin bu- taraflar barışı ve demokratik toplumu inşa için rol ve pozisyon alma sorumluluğu da yüklenmiş demektir. Yaşanan siyasi, hukuki, askeri operasyonlarda, hukukun pratikleşme biçimi de bu durumla uyumlu görünmüyor. Türkiye toplumunun ilgili tanıma uygun olarak hazırlandığını gösteren gelişmelere de rastlanmıyor.
2) İktidar/devlet kanadı 27 Şubat deklarasyonuyla yapılan tanımlama biçiminden farklı bir isimlendirme ile süreci tanımlıyor; “Terörsüz Türkiye”!
İmralı, sürece “Barış ve Demokratik Toplumu İnşa” vizyonu yüklerken, iktidar kanadı “Terörsüz Türkiye” vizyonu ile yöneliyor. Söylem ve vizyon farkı sürece biçilen anlam ve beklentiyi de farklılaştırıyor. Sadece anlam ve beklentiyi değil, süreci örme biçimini, araçlarını, yönelim hallerini de farklı kılıyor.
İktidarın “Terörsüz Türkiye” söylemi ile “Barış ve Demokratik Toplum İnşasını” kastedip kast etmediği şu aşamada oldukça müphem. Ziyadesiyle güvenlikçi, operasyonel, teslimiyet ve tehdit algısını güçlendiren içeriklerle sunulan bu tanımın şimdilik “Barışı ve Demokratik Toplumu” hedeflediğini söylemek güç.
Tanımları buluşturan yol döşenmez ise, “Terörsüz Türkiye” tanımından barış ve demokratik toplumun inşasına erişilemez ise süreç, açılmış koca bir makasın boşluğuna düşme riski taşıyor demektir. Başlangıçta açılan makasın zamanla kapatılamadığı ya da makasın iki ucunun birbirine yaklaştırılmadığı durumların barış üretmediği 2013-2015 deneyimi ile sabit.
3) Tanım farkı aynı zamanda yaşanan olgunun zamansallığını da farklı üretiyor. Örneğin Kürt hareketi için ortada olan şey esasta iki parametreye dayanan bir sürece işaret ediyor. Ancak iktidar/devlet kanadı için ortada olan şey bir “süreç” değil.
Kürt tarafı süreci iki parametreye oturtuyor. Biri “Barış” diğeri “Demokratik Toplum”. Her iki parametre de anlık ilanlara değil örülecek bir sürecin varlığına işaret ediyor. Üstelik deklarasyonla, sürecin dayandığı bu iki parametrenin inşa koşulları için devletin de birincil sorumluluk yüklendiği kabul ediliyor. Bu sorumluluk yüklenimi gereği Kürt siyaseti karşılıklı, süreci örücü adımlar beklentisinden bahsediyor.
Oysa iktidar “Terörsüz Türkiye” olarak tariflediği süreci bir süreç olarak değil de bir anda gerçekleşecek bir proje gibi sunmayı tercih ediyor. “Süreç müreç yok” söylemi bu algının bir yansıması gibi görünüyor. Dolayısı ile bir taahhüdün sonuçlarını görmekten bahsediyor. Üstelik bu taahhüdün yüklediği sorumluluğu şimdilik görünmez kılmayı ya da yok saymayı tercih ediyor.
Kürt siyaseti karşılıklı sorumlulukla örülecek bir süreçten, iktidar ise kendisine sunulmuş kabul ettiği ve kendisini sorumsuz kılmaya çabaladığı bir taahhüdün icrasından bahsediyor. Yani iktidar sorumluluğunu yüklenmeyeceği bir barış sürecini mümkün kılmanın yollarını deniyor. Daha amiyane söylemle; vermeden, değişmeden, dönüşmeden almak istiyor.
4) Kürt siyaseti süreç algılarının bir sonucu olarak kimi somut çıktılarla oluşturulması gereken zeminlerden bahsediyor. Özcesi deklarasyona eklenen ve tüm deklarasyonu belirleyen “Şüphesiz silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” maddesinin gereklerini bekliyor.
Bu bağlamda;
a) Sürecin ana muhatabı olan Öcalan’ın umut hakkının tanınmasını, daha doğrusu ilk aşamada Öcalan’ın sunduğu deklarasyonu yaşamsallaştırabileceği koşullara; silahsızlanma, fesih ve demokratik siyasetin inşasına katılabileceği güvence ve özgürlüklere sahip olmasını,
b) Silahsızlanma kararının alınabileceği koşulların oluşmasına dair sorumluluğun üstlenilmesini, operasyonel güvenlikçi yönelimlerin durdurulmasını, silahsızlanma veya fesih kararını destekleyebilecek yasal düzenlemeleri ve politika değişikliklerini,
c) Öcalan’ın deklarasyonda bahsettiği “Silahlı mücadeleye mecbur bırakan” İklim, baskı ve inkâr koşullarının değiştiğini gösteren çabaları, Örgütlü siyasal mücadeleyi güvenceye alan, ifade- örgütlenme özgürlüklerini teminata alan, kazanılmış hak ve özgürlükleri koruyan değişiklik beklentilerini,
d) Barış iklimini oluşturacak yol temizliklerini, hasta tutsaklar ve politik tutsakların öncelikle salıverilmesini sağlayacak girişimleri vs. 27 Şubat mutabakatının gereği olarak görüyor.
Kürt siyaseti, PKK’nin ateşkes ilanını barış sürecinin kurulmasına dönük bir adım olarak görüyor. Bu adıma karşılık devletin de operasyonel güvenlikçi yönelimleri durdurarak yukarıda sayılan gerekliliklerin yerine getirilmesini bekliyor. Her iki muhatap hızlı olmak konusunda uzlaşsalar da hızlanması gereken konusunda mutabık görünmüyor.
***
Benzer farklar bu siyasi yapıların tabanlarının da algılarını belirliyor. Örneğin bayram öncesinde Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezinin Bölge’nin 16 kentinde yaptığı saha araştırmasına göre; her 5 Kürt’ten en az 3’ü 27 Şubat deklarasyonunu olumlu buluyor. Ancak her 5 Kürt’ten sadece 2’si bu deklarasyonun tek başına Barış ve Kürt sorununda çözüm getireceğine inanıyor. Çünkü bölge halkı, barış ve çözümü karşılıklı adımlarla gelişecek bir süreç olarak görüyor ve büyük kısmı İktidarın sürece dair sorumluluğunu üstlenmediğine inanıyor. Azımsanmayacak bir kesim ise üstlenmek istemediği kanaatinde. Ayrıca siyaset yapabilme koşullarının vazgeçilmezi olan düşünce özgürlüğünün Türkiye’de olduğuna inananların oranı her 10 kişiden 1’ine bile denk düşmüyor!
Yine ilgili rapora göre sürecin ilerlemesi için katılımcıların çoğunluğu; Terörle Mücadele Kanunu’nun değiştirilmesini, hasta mahpuslar ile cezası bittiği halde salıverilmeyen hükümlülerin bırakılmasını, daha çok da bir genel affın Çıkarılmasını, umut hakkının tanınmasını, süreci yürütenleri yasal güvenceye alan ve sürece dair bir çerçeve metninin çıkarılmasını, operasyonların durmasını, iktidar da dahil siyasetçilerin söylemlerini ve eylemlerini barış sürecinin gereklerine uygun olarak dönüştürmesini istiyor. Yani aslında bölge halkının önemli kısmı Kürt siyaseti ile benzer izdüşümde bulunuyor. Ancak batı yakasına bakıldığında orda kafalar çok daha karışık görünüyor.
Doğrusunu isterseniz deklarasyondan bu yana, iktidarın yerine getirmediği ve üstlenmediği sorumluluklar yüzünden sürecin donmasa da ilerlemediğini düşünenlerin sayısı oldukça fazla.
***
Peki 19 Mart operasyonu bu yerine getirilmeyen sorumluluklarla da ilişkilendirilebilir mi? Bana kalırsa evet ve 19 Mart operasyonlarının odağında başlayan yeni süreç bulunuyor. Pek çok kesim muhalefete ayar vermek, muhalefet adayını bertaraf etmek gibi amaçlar ile yapıldığı düşünse de bu operasyonlar hem muhalefetin hem iktidarın ciddi anlamda dizaynına hizmet ediyor görünüyor.
Bir yandan sokak, siyaset yapıcı güç olarak yeniden denkleme alınırken, öte yandan ana muhalefet bu denklemle beraber iktidar olabilme potansiyeline yönlendirilmiş görünüyor. Diğer bir yandan ise ana muhalefet ile ülkenin bir diğer önemli muhalif damarı olan DEM Parti arasında ortaya çıkabilecek iş birliğine belli açılardan neşter atılıyor. Bir tür muhalefet, iktidar gücü olma potansiyeli ile konsolide edilirken diğer yandan DEM ile ilişkileri çerçevelenip kontrole alınmaya çalışılıyor.
Ama diğer önemli bir yan olarak da şunu söylemek gerekiyor; sokak muhalefetiyle konsolide olabilecek bir muhalefetin varlığı ile sürecin sorumluluklarını üstlenmekten kaçınan iktidara “alternatifsiz olmadığı” hatırlatılmış oluyor. Devlet içinde icranın uzun zamandır tek siyasette kümelenmiş olma halinin gevşetilebileceği, çoklaştırılabileceği gösterilmiş oluyor. Yani bu bakımdan iktidar 19 Mart operasyonları ile bir nevi kendi 28 Şubat Post modern darbesinin muadili ile karşılaşmış görünüyor.
Dönüşerek çözüm sorumluluğundan kaçınana çözülerek çözüm sürecinin de mümkün olduğu hissettirilmiş gibi görünüyor. 19 Mart ile ortaya çıkan bir diğer etki de şu ki, uzun yıllardır apolitikleştirilmiş gençlerin politikleşme ile tanışması sağlanmış oluyor. Ancak bu apolitik gençlerin ve sokağı ulusalcı/milliyetçi muhalefet diyebileceğimiz bir anlayışla politikleşme riskini de 19 Mart operasyonları göstermiş görünüyor.
Özetle Türkiye’de siyaset ve kurumlar dönüşerek çözüm ile çözülerek çözüm arasında bir ikilemde dolanıyor. Nihayetinde Kürt meselesi gibi bir meselede yürüyecek her çözüm demokratikleşmeyi zorunlu kılıyor.
Demokratik olmayan ya da otoriterleşerek büyüyen tüm yapılara dönüşümü zorunlu kılan bir sorun olarak Kürt meselesi Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu etkilemeyi sürdürüyor