Mayoz Bölünme Hikâyeleri ve Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer kitaplarının yazarı Evrim Alataş, 34 yaşında kansere yenildi. Kitaplarında ve yazılarında tercih ettiği ironik ve esprili dille bir okur kitlesi yaratan Alataş, ilk politik Kürt filmi olan ve Kürtçe çekilen Mın Dit (Ben Gördüm) adlı filmin de senaryo yazarıydı.
Gazeteciliğe aynı yıllarda başladık Evrim Alataş’la, o Özgür Gündem’de ben Evrensel’de. Birbirine çok yakın iki yerde doğduk o Malatya’da ben Elazığ’da. Aynı kültürel ortaklıkların iki insanıydık Alevi olarak, Kürt olarak ve kadın olarak. Çok haberde yolumuz kesişti, çok sofrada birlikte oturduk, çok şeye birlikte güldük, çok şey için birlikte üzüldük. Sonra henüz 20 yaşındayken kanser denen bir illete tutuldu. Onu göğsünden yakalamıştı kanser. “Evrim kanser olmuş,” dediklerinde hepimizin kapıldığı dehşet daha dün gibi. Ama “Ben bu hastalığı yenerim,” diyerek kanseri hepimizin zihninde önemsizleştirmeyi başaran da oydu. Evrim 1975’te Malatya Akçadağ’da Gölpınar köyünde dünyaya geldi. Ardından önce İstanbul’a düşürdü yolunu sonra da belli ki ölmek için Diyarbakır’a, tıpkı Kürtlerin bir başka kalemi Mehmed Uzun gibi. İmzasına önce gazetelerde aşina olduk; Yeni Politika’da, Demokrasi’de, Özgür Bakış’ta ve daha nicelerinde. Gazeteciliği hem mutfağında yaptı hem de o yıllar kurşunların Teksas’ı aratmayacak derecede gazetecilerin kafalarının üstünden vızıldıyarak geçtiği Güneydoğu’da. Bir yandan kanseriyle mücadele etti, bir yandan da yazdı, yazdı, yazdı. Yazdıkça pişti, piştikçe yazdı ve artık Birikim’in, Radikal 2’nin, Esmer’in, Tiroj’un en çok okunan kalemlerinden biriydi.
HAYATLA HEP DALGA GEÇTİ
Her yazısı Kürtler ve aslında bütün ötekiler tarafından bir ‘Ohh be’ ile okunurdu ve acıyı, şiddeti anlattığı her satırında o esprili diliyle güldürmeyi bilirdi Evrim. Zaten o yüzden ilk kitabı Mayoz Bölünme Hikâyeleri’nde bölgedeki çatışmalı dönemde yaşanan trajikomik hikâyeler anlattı. Öyle hikâyelerin tanığı olmuştu ki, paylaşmadan edemedi. Onlardan biri 2000 yılının mart ayında Zeytinburnu’nda polislerin yemek yediği bir lokantada yaşanan bir olaydı. Evrim’den dinleyelim: “Fakat masalarda bir tuzluk vardır ki insanın gözünün içine içine bakar. Yüzü de tanıdıktır. Polislerimiz düşünür düşünür, sonra kendi aralarında ‘Apolardan bu!’ der ve harekete geçerler. Operasyon başlar. Karadenizli lokanta işletmecileri apar topar emniyete götürülür. Emniyet müdürü, ‘Olay yayılmadan bırakın şunları,’ deyince bizim uşaklar serbest bırakılır. Reklam bu ya, iyisi kötüsü olmaz. Bu işten tek kârlı çıkan ise tuzluk üreticisi olur.” Ona göre direnenlerin direnç noktalarından biriydi dalga geçmek, o erdem de aslında yazana değil, yaşayanlara aitti. Ve acının, aptallığın, zulmün olduğu hikâyeler yerine halkların kendi ironilerini yazmayı daha iyi buluyordu. Ama bir yandan da dizilerde yaratılan ‘oryantalist Kürt tipleri’ne gülmeden edemiyordu, uzaktan bakıp kafalarındaki Kürdü yazanlara. Kendisi nasıl Diyarbakır’da oturup Afrika’daki siyahları yazmıyorsa, birileri de kafalarındaki Kürtleri yazmamalıydı ona göre ve Kürtleri yazmak Kürt yazarların boynunun borcuydu. 34 yaşının son anına kadar bu boyun borcunu ödemenin çabasıyla yaşadı.
FİDEL’E BORCUNU ÖDEDİ
Türkiye’nin önde gelen devrimcilerinden Teslim Töre’nin yeğeniydi Evrim, adları bu topraklara nam salan Deniz’ler çocukluğunun canlı kahramanlarıydı. Ülkedeki çelişkilerle Alevi ve Sünni mahallesi olarak ayrılan kayısı ağaçlarıyla bezeli köyünde tanışmıştı henüz çocuk yaşında ve ilk ‘antifaşist’ eylemi askerlerden sakladığı oyuncak silahıydı. Ailesinden birileri hep cezaevinde oldu ve cezaevi kapılarında tanıştı tadelleyle, dondurmayla, muzla. Bunları ne zaman görse aklına hep dört duvar geldi. Bir köyünü unutamadı bir de çocukluğunun en can arkadaşı, kuzeni Fidel’i, 17 yaşında yitip giden Fidel’i. Onu öyle unutamadı ki, ilk romanının kahramanı yaptı, Her Dağın Gölgesi Deniz’e Düşer dedi Fidel’le. İletişim Yayınları’ndan geçtiğimiz sonbaharda çıkan roman, aslında Fidel’in, Gölpınar’ın, Türkiye’nin gerçek hikâyesiydi. Gazetecilik hayatı boyunca tam sekiz kez gözaltına alındı Evrim, bir tanesi Diyarbakır’daydı. Yıllar sonra onu şöyle anlatıyordu yine o kendine özgü tarzıyla: “Savcı benim küçük olduğumu, hatta kendisinin oğluyla yaşıt olduğumu, bu nedenle acıdığını ve serbest bıraktığını söyledi. Ben yıllarca niyeyse savcıya şükrettim, beni kurtardı diye. Ardından bir iddianame ki ne iddianame… Meğerse tutuklanan kişi falanca örgütün Diyarbakır sorumlusuymuş, ben de Diyarbakır’daki dağınıklığı, vurdumduymazlığı toparlamak üzere örgüt tarafından görevlendirilmiş sorumluymuşum. Şerifin ta kendisiymişim meğerse.” Hep acelesi olduğunu söylüyor tanıyanlar, sanki kısacık yaşamına çok şey sığdırması gerektiğini bilirmiş gibi, onlardan biri de ilk istihbarat şefi Yurdusev Özsökmenler: “Ağır günler yaşıyorduk. Ama Evrim muzip bakışlarıyla gülüyor, güldürüyordu. Evrim habere gidiyor, şipşak yazıyor, atıyor, ‘Oldu,’ diyor. Bakıp, ‘Olmadı,’ diyorum, daha iyisini yazabilirsin. ‘Ama acelem var,’ diyor.”
SOKAKLARDAN CAN SAĞLIĞI TOPLADI
Evrim Diyarbakır’a yerleştikten sonra, bir başka aşk oldu onun için o kadim kent. Diyarbakırlı değildi ama Diyarbakırlı yazar Şehmus Diken’in söylemiyle ömrünün son deminde kalıcı mesken olarak orayı seçmişti. Üstelik cenazesinin başında ablası Mukaddes’in dediği gibi kendisi gelmekle kalmamış, herkesi oralara taşımıştı. Kemoterapiden çıkar çıkmaz kendisini sokaklarına attığı Diyarbakır’da moral arıyordu belki de. “Meditasyonlar, reikiler, şifalı otlarla dolu telefonlardan kurtulup Diyarbakır’ın sokaklarına atıyorum kendimi. Adına şimdilik ‘moral’ dediğim sihri arıyorum. Her yer çocuk! Dünyanın bütün sihirlerini bozacak kadar gerçek, yoksul, uyanık ve çoklar. Selpak satan veya araba camı silen, her ne ile meşgulse, Diyarbakır’daki çocukları reddedersen, ‘Canın sağolsun’ deyip gidiyorlar. Can sağlığı topluyorum ben de. Çok ve bedava.” Çocuğu olmadı Evrim’in, olamadı, belki de hastalığından dolayı olmasını istemedi. Yenilerde doğan yeğeni Zeyno’yla tatmaya çalıştığı annelik hasretini, en çok da Diyarbakır’ın taş atan ‘pis, pexwas (baldırı çıplak) çocukları’ üzerinden giderdi. O çocuklar ki sözün altında kalmazlardı, ellerinin tersiyle burunlarını silerlerdi ve olur almadık laflar ederlerdi. Ona göre o çocuklar koltuk altlarındaki hayat bilgisi kitabını bir kenara fırlatıp meçhul atlasları taşımaya başladıklarından beri, kim “Maveraünnehir nereye dökülür” diye sorsa, taş atarlardı. Öyle bir aşktı ki onun için Diyarbakır, Diyarbakır’daki evinde bile Diyarbakır’ı özledi. Bir gün Ben u Sen mahallesinin yakınındaki pazarda ayaklarından bağlanmış hindileri ve tavukları gördü, yazdı. Dedi ki o ironik diliyle, “Tavuk yiyen herkese ve tüm hayvan hakları savucularına: Dünyanın her yerinde tavuklar yenilmeden önce canlıdır!” Diğer gün ayaklarından bağlanmış özürlü çocukları fark etti, yazdı. Dedi ki, “Bir çocuk Diyarbakır’da ayakları sakat, kafası sakat doğarsa, işte orada Kürdün o meşhur ‘cahilliği’ ve hatta ‘damarlarındaki bozuk kandan’ müteşekkil cahilliği devreye girer.” Vazgeçmedi, bir sonraki gün kemoterapinin olanca bitkinliğine rağmen Aziziye mahallesinde inek besleyen üstü başı yırtık kadını ve deli kocasını tanıdı, yazdı. Dedi ki, “Kadın sana Kürtçe desin ki kocamın işkencede aklı gitti…”
MIN DİT SAHİPSİZ KALMASIN